Table Of ContentSELÇUK ALTUN
Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir
YALNIZLIK GİTTİĞİN YOLDAN GELİR
Selçuk Altun
Roman
© Sel Yayıncılık 2010
Genel Yayın Yönetmeni: İrfan Sancı
Onbeşinci Baskı: Aralık 2010
ePub düzenleme: Meritokrasi
Birinci Sürüm: 2014
Piyerloti Cad. 11/3 Çemberlitaş - İstanbul
Tel. (0212) S16 96 85 Faks: (0212) 516 97 26
http://www.selyayincilik.com E-mail:
[email protected]
ISBN 978-975-570-314-5
*SEL YAYINCILIK: 305
SELÇUK ALTUN, 1950'de Şavşat-Artvin'de doğdu.
Diyarbakır ve Samsun Maarif Kolej'lerinden sonra
1973'de Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nü bitirdi.
Aynı bölümde, 1974'de master'ını tamamladı. Özel
sektörde, genellikle finans kesiminde yöneticiliğin yanı
sıra YKY'de on iki yıl yönetim kurulu üyeliği ve beş yıl
başkanlık yaptı.
Kitapları: Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir (roman,
2001), Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca (roman, 2002),
Ku(r)şun Lezzeti (roman, 2003), Annemin Öğretmediği
Şarkılar (roman, 2005), Kitap İçin (deneme, 2006) ve
Senelerce Senelerce Evveldi (roman, 2008), Kitap İçin 2
(deneme, 2010)
Deneme yazan, çeviriler de yapan Selçuk Altun'un son
iki romanı İngilizceye çevrildi. Kitaplarının yurt içi
satışlarından elde ettiği gelirin tümü geleceğin
edebiyatçıları için B.Ü.'de kurulan eğitim fonuna; yurt
dışı gelirleriyse yurt dışı kitap projelerine
aktarılmaktadır.
I
Dünyanın en iyi yazarı kim? Çela ne-re-de-sin?
Aramaya başlıyorum.
Galib(a).
Dünyanın en iyi yazarının adı ve yapıtları eski ev
sahibim müteveffa O. Y.'nin, dostu emekli dansöz
K.Ant'a emanet ettiği Edimekari sandıkta saklı. Çela
(Raşel Kanetti), yaşamımdan çıkarmayı becerdikten
sonra aklımdan çıkaramadığım eski sevgilim, kimbilir
hangi önemli müzenin kuytu bir köşesinde Horowitz
dinleyip, Louise Glück'ten şiirler okuyup hem
kendinden hem de benden kaçmakta.
Bay O. Y.'nin ölümünden sonra yaşamıma girip,
Çela'nın apansız yaşamımdan çıkmasının tek sorumlusu
Dayım demek zorunda olduğum anagram isimli (Halis
Silah) kişidir.
Dayım da (g)itti.
Sonunda.
II
Onun ölümünü beklemek üzere Pera Palas Oteli'nin
Celal Bayar Süiti'ne yerleştim. Geçici karargahım olacak
tarihi odaya çıkmak için titreyerek inmeye çabalayan
antika asansörü beklerken, üniversite yıllarımda iki
arkadaşımla birlikte bir hafta sonu bu müze-otelde
kalmak istediğimde onun izin vermeyişini anımsadım.
Yaşamı denge, anlam, çıkar ve hırs gibi dürtülerle
kuşatılmış olan Dayım, Boğaz'da yalıda yaşayan
yeğeninin aynı şehirdeki köhne bir otelde hafta sonu
geçirmesini anlamlı bulamamıştı.
Özenerek tefriş edilmemiş, donuk renkli eşyaların
sanki ayakta durmaya çalıştığı unutulmuş hastane
hücresi kılıklı geniş odayı, yalnızlığımı tehdit etmeyecek
gibi görünen dokusu nedeniyle ilk bakışta sevdim.
Bavullarımı bile açmadan odanın anlamsız sayıda küçük
karelere bölünmüş yüksek penceresinin üst
bölümünden, Haliç ötesindeki görkemli camilerin
eteklerine sarılarak zamana direnen yığınla yığma
binanın oluşturduğu silueti izledim. Gözlerim doyup
pencerenin alt bölüm karelerinden bakma hakkını
kullandıklarında, eski komünist ülke otomobillerinden
sonra gördükleri en çirkin dizaynlı ve ilkel isimli yerli
malı taksilerin ardı ardına Unkapanı Köprüsü yönüne
doğru savrula savrula uzaklaştıklarını gördüler.
Bavulları açma eyleminden önce giriş kapısına komşu
duvarda iğreti bir çerçeve içine hapsolunmuş kısa mesajı
deşifre etmeye çalıştım. Kolsuz bir insanın ayak
parmaklarıyla ilk kez yazmak zorunda kalsa ortaya
çıkabilecek çirkinlikteki el yazısı 1892 yılında açılan
otelden daha yaşlı olup 1986 yılında 103 yaşında vefat
eden ilk sivil cumhurbaşkanı Celal Bayar'a aitti. Şimdilik
dost olmak arzusunda bulunduğum odayı anılarıyla
dolduran Bayaı'ın sempati mesajını yazarken ne denli
zorlandığını duyumsar gibiydim.
İstanbul Atatürk Havaalanı'ndan aldığım portatif
müzik sistemini odanın diğer eşyalarına küsmüşçesine
bir köşeye büzülmüş yazı masasının yanına kurduktan
sonra, iki büyük bavulumu, kitap ve CD dolu valizimi
yerleştirdim. İstanbul'da kalacağım süre içinde intihar
etmiş yazar, şair ve ressamların yaşam ve
özyaşamöykülerini okumaya devam edecektim. Lisedeki
favori öğretmenim Steve Tobey'in intihar etmeden önce
İstanbul günlerim için yaptığı liste: Vladimir
Mayakovski, Mark Rothko, Hart Crane, Anne Sexton,
Jerzy Kosinski, Reinaldo Arenas, Sergey Yesenin ve
Arthur Koestler şiddetindeki isimlerden oluşuyordu.
New York'taki yardımcım Aaron'ın bavuluma sıkıştırdığı
ve içinde insan sesi yer almayan CD'ler: Pat Metheny,
Richie Beirach, Mulgrew Miller, Charlie Haden, Terje
Rypdal, Jan Garbarek, Charlie Parker ve Billie Evans'a
aitti. Bir de yanımdan ayıramadığım emektar kasetim
vardı. Ön yüzünde Karen Carpenter'ın, arka yüzünde
Andy Williams'ın kaset bitene dek aynı şarkıyı
söyledikleri; Solitaire.
Dayım'ın Florence Nightingale Hastanesi yoğun
bakım ünitesindeki yaşam savaşı sekiz gün sürdü. O
ölene dek, gece Beyoğlu'na inmeden, ben odama
sığındım. Önce emniyetini sonra tedirginliğini sürekli
duyumsadığım "büyük gözaltı" olgusu beni yeniden
rahatsız etmeye başlamıştı. Akşam yemeklerimi çoğu
kez odamda, "Menemen veya sahanda yumurta"nın,
"Turkish Omelette" diye çevrildiği oda servisi
mönüsünden ısmarlardım. Teknolojisi 1892'den beri
yenilenmemiş bir matbaada basılmışçasına alçakgönüllü
karton mönünün arkasında otelde kalan ünlüler
sıralanmıştı. Elliyi aşkın devlet adamı, soylu, sanatçı ve
yazardan oluşan listeyi incelerken, yirmiye yakın
dilbilgisi, çeviri ve dizgi yanlışı saptadım. Üstelik Nobel
ödülü aldıktan sonra otelde uzun süre kalmış şair
Joseph Brodsky'nin ismi de atlanmıştı. Anıtsal otelimize
katkım olur hevesiyle eksiklikleri not edip resepsiyona
indiğimde, ilgisiz görevli tarafından nazikçe terslendim.
Geceleri buzlu Absolut Kurant eşliğinde okudum.
Yorulduğumda dönüşümlü olarak O. Y.'ye göre ülkenin
en büyük şairi Oktay Rifat'ın son kitabı Koca Bir Yaz'ı
İngilizce'ye ve Steve Tobey'e göre yüzyılın en önemli
romanı, Vladimir Nabokov'dan Pale Fire'ı (Solgun Ateş)
Türkçe'ye çevirmeye devam ettim. Yorulduğumda, Pale
Fire'ın 999 mısradan oluşan şiir bölümünden ezbere
pasajlar okudum, Haliç'in karanlığına gözlerimle
batarak.
Uyku hapları ve karabasanların izin verdiği sabahların
erken saatlerinde İstiklal Caddesi'nin davetkar isimli
yan sokaklarını keşfe çıktım. Gözden çıkarılmış bir
arenaya binlerce gladyatör ayaklarından zincirlense, aç-
susuz-çıplak-yalnız bırakılsa da kahramanca
direnmezler mi onlar? Alacakaranlığına yetişebildiğim
sabahlarda gezdiğim sokaklardaki yaşlı binalardan
bahsediyorum. Her birini ayrı zaman tünelinden
geçirerek deşifre etmeye çabaladığım yitik sokakların
birinde, yorgun masalarından yeşil çuha örtülerin henüz
iptal edilmediği bir sabahçı kıraathanesine rastladım.
En az kendileri kadar hüzünlü suratımı görünce
yadırgamadılar beni masalarından ender kalkan
müşteriler. Artık yıkansa da temizlenemez kıvamındaki
renksiz minik bardaklardan demli çaylar içtim.
Müşterilerin yalnızca gözleriyle konuştuğu, sabahın
umutsuz sessizliğini çay kaşıkları şıngırtılarının
bozabildiği dingin ortamda, Cumhuriyet gazetesi
okudum doyasıya. Koyu çayların iştahımı kapatamadığı
sabahlar klostrofobik ve rutubet aromalı büfelerde mola
verdim. Asık suratlı, yarı temiz ve kavruk gençlerin
özensizce hazırladıkları ve afiyet olsun demedikleri
sucuklu tostları zevkle yedim ılık meyve sulan eşliğinde.
Her gün öğlene doğru, Dayım'ın iflas etmiş bir
tanıdığından taksitle satın aldığı, ölümsüz gri Jaguar
Sovereign otel kapısında zorunlu hastane ziyaretleri için
hazır olurdu. İlk sabah, otomobilde yanıma kurulma
hazırlıkları içindeki, Dayım'ın avukatlık ile pezevenklik
uç noktaları arasındaki yelpazesinin baş-işbitiricisi, çizgi
roman karakteri Fred Çakmaktaş'ın bıyıklı tipi Zeki
Ekiz'i ön koltukta oturması için uyardım. Şoför Mete
Etem, Todor Jivkov'un provokasyonlarının gönülsüz
sürgünlerindendi, iki yıllık evliyken karısıyla Şumnu'dan
kaçıp Güngören'deki akrabalarına sığınmışlardı.
Mete'nin panik içinde iş arama çabalarının sonucunu
beklemeden eşinin minik kızıyla birlikte geri döndüğünü
duymuştum. Mavi gözlü, sarı benizli, çalışkan, soru
sorulmazsa konuşmayan bu insana, hüzünlü yüzü için
de sempatim vardı.
"Günaydın" sözcüğüyle geçiştirilen selamlaşmanın
dışında, sekiz gün boyunca, gerekmediği sürece onlarla
hiç konuşmadım. Üç yıl önce her şeyimle Dayım'ın
dünyasından koptuğumu düşünürken de yanılmışım.
Latif Demirci'nin toplu karikatür kitabı Mithat & Mirsat
ve Edip Akbayram'ın bir CD'si, unuttuğum yerde,
otomobildeki koltuğumun önündeki cepli filede sabırla
bana katılmayı bekliyorlardı.
Üç yıl önce yörüngesinden, iki yıl önce İstanbul'dan
kaçarak Dayım'ın büyük gözaltından kurtulduğumu
sanmıştım. Sıkıntısız geçmeye aday bir Ağustos
gecesiydi, izine Türkiye'den kimselerin ulaşamayacağına
emin olduğum New York'taki evimde Aaron'la, Nicholas
Payton dinleyip, yaşayan en önemli ressamlardan
Balthus'un (doğumu 1908) Drawings başlıklı resim
kitabını karıştırıyorduk. İkinci Absolut Kurant şişesini
açarken telefon inatla çaldı. İstanbul'dan arayan Zeki
Ekiz, Dayım'ın ciddi bir trafik kazası geçirdiğini ve
hastaneye kaldırıldığını bildiriyordu.
Umursamazlığıma hazırlıklı, ivedilikle gitmezsem
Dayım'ın tek varisi olma konumunu yitirebileceğimi
vurgulayarak telefonu kapattı.
Ertesi gün ilk uçakla İstanbul'a hareket ettim.
Asık suratlı bir polisin yorgun-ötesi bilgisayar
ekranından aldığı onayla İstanbul'a kabul edildim.
Almanya'dan yaz tatili için gelmiş iki uçak dolusu işçi
ailesiyle birlikte aynı bezgin bavul bantı etrafında omuz
omuza, dirsek dirseğe mücadele edip, bavullarıma
Description:Dünyanın en iyi yazarı kim? Çela ne-re-de-sin? Bu roman kitaplarla, kitabevleriyle; müzikten resme, arkeolojiden antikalara, Beyoğlu ve Manhattan arka sokaklarından gezegenin diğer çizgi dışı noktalarına okura sayısız ipucu dağıtan bir merakın ürünleriyle, özellikle de Oktay Ri