Table Of ContentmırıdluY uPuSorP.forP
ilrYM
S U N U Ş
Bütün başarıların ve güzelliklerin, kendi ihsanı sayesinde tamamlandığı
Allah‟a hamd, başta Hz. Muhammed olmak üzere seçtiği kullarına selam ve ihtiram
sunarak başlarım.
Kur‟ân-ı Kerim âlemlerin Rabbi sıfatı ile Allah‟ın sözüdür. Görünen âlemde
görünmeyen âlemin dili, gaybın lisanıdır. Büyük kâinat kitabının beşer ifadesine
ezelî tercümesidir. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritasıdır. Ezeli ebede, yeri göğe,
ferşi Arş‟a bağlayan nuranî kopmaz zincirdir. Allah‟ın insanı kurtarmak için
yücelerden sarkıttığı sağlam ipidir.
Kur‟ân‟ın kaynağı ilahî vahiydir. Hedefi insanlığın dünya ve âhirette
mutluluklarını sağlamaktır. İçi halis hidayet doludur. İnsanlığa hem bir fikir ve
hikmet kitabı, hem bir ahlak ve ibadet kitabı, hem bir hüküm ve buyruk kitabı, hem
bütün manevî ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapların özünü ihtiva eden âdeta
mukaddes bir kütüphane hükmündedir. Kur‟ân‟dır bu! Bir kitaptır ki sanki bütün
kitaplar onu açıklamak için yazılmıştır.
Kur‟ân‟dır bu! Zamanın geçmesi onu aşındırmaz. Âlimler ona doymaz. Çok
okunması usanç vermez. Ayet ve işaretlerinin iyice düşünülmesi için her şeyi yerli
yerinde yapan, her şeyden haberdar olan o Hakîm-u Habîr‟den gelmiştir. Bu
noktada, Tokyo Rasathane Müdürlüğü yapmış bir zatın yirmi yıl kadar önce
1
söylediği ve bir TV programında seyrettiğim bir tesbitini hatırlıyorum. Kur‟ân‟ı
kısa bir süre inceledikten sonra bu zat, bazan çocuk safvetinin sezgi ve keşiflerinde
rastlanabilecek orijinal bir tesbitle, şöyle demişti: “Anladım ki bu Kur‟ân, kâinata
çok yukarıdan bakan ve her tarafını aynı anda gören bir varlığın sözüdür.” Söyleyen
değil, söylenen önemli. Evet Kur‟ân‟dır bu! Varlığın tâ kalbinden gelen sestir. İşte
onun içindir ki “En mühim haber”dir.
Hayat bu varlığın süzülmüş bir hülasasıdır, özüdür. Hz. Muhammed aleyhi‟s-
salatü ve‟s-selam Efendimizin, hem on beş asır önce yaşadığı fiilî ve dünyevî
hayatı, hem de o günden bu güne devam edip dünyanın her tarafına yayılmış, her
ırktan, her dilden insanları celbeden manevî hayatı, hayattan ve kâinatın ruhundan
süzülmüş, özün özüdür. Hz. Muhammed‟in risaleti, evrenin şuurunun şuurudur ve
nûrudur. Aynen bunun gibi, Kur‟ân vahyi de, hayat veren hakikatlarının şehadeti
ile, kâinatın hayatının rûhu, hatta kâinatın aklıdır. Bu nur dünyadan çıkarsa, yer
küremiz aklını kaybedecek, belki de şuursuz kalmış olan başını bir gezegene
çarpacak, bir kıyameti koparacak, müthiş sekeratı ile vefat edecek, böylece bu
imtihan diyarı büsbütün kapanacaktır.
Kur‟ân, İslamiyet manevî âleminin temelidir, mimarî planıdır, projesidir. Onda
Kur‟ân‟ın dünya ufkunda doğduğu dönemden önce geçmiş ümmetlerin kıssaları,
Asr-ı saadetten sonra gelecek asırların haberleri vardır. Onun orijinal, bedî mânaları
tükenmez, kıyamete kadar gelecek her seviyeden okuyucularına yeni mânalar ilham
eder.
Fakat unutmamak gerekir ki Kur‟ân ezelî ve ebedî bir kelam-ı ilahî olmakla
beraber, Allah‟ın tarihe bir müdahalesidir, tarihî bir gerçeklik olarak gelen bir
bildiridir, bir beyandır. Beşerî dildeki ifadeleri istiare ederek, emaneten kullanarak
ezelî olan kelam-ı nefsî, kelam-ı lafzîye, yani beşer ifadesine bürünmüştür. Onun
içindir ki, lâhûtî olması, “bu dünyadan” olmasına mani değildir.
2
Bu noktada, Kur‟ân bilgisinin çok önemli saydığım, temel bir prensibine
varmış bulunuyoruz. Geniş kitlemizin Kur‟ân‟a duyduğu saygı pek değerli olmakla
birlikte aklî müvazene ile dengelenmeye muhtaçtır. Büyük bir çoğunluk Kur‟ân-ı
Kerimi, benzeri olmayan lâhûtî bir kelam bilir. Fakat mânasını anlama diye bir
gayreti olmayıp, böyle bir eğitim almadığından, insan toplumları ile, bu âlemle pek
ilgisi olmayan ve fakat insanı buradan alıp başka âleme götüren lâhûtî bir musikî
sanır. O derecede ki onun mealini okuyup da insanlar arasındaki konuşmalara
benzer ifadeler ihtiva ettiğini görünce tereddüde kapılır. Kur‟ân denilen gerçeğin
böyle anlamı olur muymuş? diye düşünür. Sanki Kur‟ân-ı Kerim hep altın yaldızlı
hatla yazılıp, müzeyyen mushaf-ı şerîf kaplarında duvarda asılı durup teberrük
edilen gizemli bir sanat eseri, lâhûtî bir musiki parçası olarak kalsaydı daha iyi
olmaz mıydı? diye düşünür.
Oysa Kur‟ân‟ı iyi tanımak lazımdır. Bir çok ayete göre, Kur‟ân aklın ve
incelemenin konusu olmak üzere gönderilmiştir. Allah Kur‟ân‟ın anlaşılmasını
istemektedir. Hatta Rahman sûresinin ilk ayetlerinin bildirdiği üzere O Rahman, sırf
Kur‟ân‟ı anlasın diye insana beyan öğretmiştir. Evet, beyan yani anlama ve
konuşma hassası bunun için verildiğine göre, insanın yapması gereken de, Kur‟ân‟ı
anlayıp hidayetini düşünce ve davranışlarına taze kan gibi taşımak olmalıdır.
Şu halde Kur‟ân insana Rabbin irşadlarını, talimatlarını iletmek için gelmişse,
elbette insanların kullandığı kelimeleri ve ifade şekillerini kullanacaktır. Aksi halde
Kur‟ân bir şeyler bildirmek için değil, bildirmemek için gelmiş olurdu. İşte bu
gerçeği bilmek, meal okuma işinin temelini teşkil eder.
Allah Teala “Aklınızı kullanıp anlayasınız diye Biz onu Arapça bir Kur‟ân
olarak indirdik” (Yusuf sûresi, 2) buyurur. Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere
Kur‟ân‟ın mânası gibi lafzı da vahiy eseridir. Zira Arapça olma, mânasının değil,
lafzının bir özelliğidir. Ayetin aslındaki ilk cümle bunu bildirirken ikinci cümlesi de
Arapça kılınmasından maksadın, Kur‟ân‟ın mânasının anlaşılması olduğunu
3
bildirmektedir. Böylece Arapça aslını anlamaları mümkün olmayanlar için “Kesin
kes onu insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve gizlemeyeceksiniz” (Âl-i İmran
sûresi, 187) gereğince, insanların kendi dilleri ile, mümkün olduğu kadar
açıklanmasının da kesin bir ihtiyaç olduğunu bildirir. Fakat hemen söyleyelim ki
tercümelerinin Kur‟ân olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Çünkü bu ayet Kur‟ân‟ın
Arapça olarak indirildiğini açıkça bildirmektedir. Bunun içindir ki alimlerimiz
“Türkçe Kur‟ân”, “Farsça Kur‟ân”, “İngilizce Kur‟ân” demenin, bu ayeti inkâr
etme mânasına geleceğini söyleyerek müslümanları uyarmışlardır.
Biz insanların sözlerinde kelimeler, mânaların muvakkat bir giysisidir.
Mânalar ile kelimeler arasındaki ilişki, bir vücudun elbisesi ile ilişkisi gibidir.
Bundan dolayı birbirlerinden ayrılmaları, hatta bazan o vücuda daha güzel bir elbise
hazırlanması da mümkündür. Ama Kur‟ân‟ın lafızları, elbise değil, vücudun canlı
olan derisi durumundadır. Vücut, elbisesinin yerini tutan bir şeyle ihtiyacını
kapatabilir. Ama derisiz yaşaması mümkün değildir. Merhum müfessir Elmalılı M.
H. Yazır‟ın dediği gibi, Kur‟ân varlık bahçesinde açmış hakikî ve benzersiz bir gül
farzedilirse, en güzel tercümesi, usta bir elle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki
bu resimde aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne esnekliği, ne gelişmesi, hülasa ne
gülyağı, ne kokusu hiçbir şeyi bulunmaz. Biz de işte o gülü tutup koklayamayanlara
gücümüz yettiği kadar, resmi ile olsun, tanıtmaya çalışacağız.
Kur‟ân‟ın çeşitli özelliklerini toplayan klasik tarifi şöyledir: “Hz. Muhammed
(a.s)‟a vahiy yolu ile indirilmiş, tevatürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış,
tilavetiyle ibadet edilen, i‟caz vasfı olan kelam-ı ilahîdir.” Kur‟ân‟ın kadim olan
aslı, Levh-i Mahfuzdadır. Buradan dünya semasında Beytu‟l-izze denilen bir
makama toptan indirilmiş, sonra buradan zaman zaman bazı vesilelerle bölüm
bölüm olarak Hz. Cebrail vasıtasıyla yirmi üç yıllık bir zamana yayılarak
Peygamber Efendimize vahyedilmiştir. Kur‟ân‟ın başı ve sonu bulunan bir veya
birkaç cümleden oluşan en küçük birimine ayet, ayetlerin bir araya gelerek teşkil
4
ettiği büyük birimine ise sûre denir. Ayet ve sûrelerin uzunluğu birbirinden farklı
olup bunlar tamamen Allah tarafından belirlenmiştir. Kur‟ân‟da 114 sûre, 6236 âyet
vardır.
Kur‟ân toptan indirilmeyip ihtiyaçlara göre, Hz. Peygamberin 23 senelik risalet
dönemine yayılacak şekilde indirilmiştir. Bu da
1. 1. Ümmeti irşad,
2. 2. Kur‟ân‟ın ezberlenmesini kolaylaştırmak,
3. 3. Buyruklarının hazmedilip anlaşılmasını temin,
4. 4. Her seferinde tehaddî edip muarızlarına benzerini yapma
konusunda meydan okumasıyla i‟caz vasfını defalarca tescil etme gibi çok önemli
gayelerini gerçekleştirmek amacına yöneliktir.
Kur‟ân İslam dininin asıl kaynağıdır. Onun metni bir harfi bile değişmeksizin,
bir mûcize eseri olarak korunmuştur. Asıl metin böylece korunurken, dinin bu asıl
kaynağını müslümanlara tanıtmak için, İslam tarihinin başlarından itibaren tefsir ve
meal çalışmalarına başlanmıştır. Özellikle hicrî 345 (m. 956) yılında
Sâmanoğullarından Mansur b. Nuh döneminde bir âlimler topluluğunun Farsça
meal hazırladıkları ve hicrî 5. (m. 11.) asırdan itibaren Türkçe meallerin yazıldığı
bilinmektedir. Kur‟ân‟ın harfî, yani kelimesi kelimesine tercümesi mümkün
olmadığından çevirilerine meâl denilmiştir. Meâl, kelimenin, tam tamına değil de
sonuç itibariyle ifade ettiği anlam demektir. Yine hatırlatalım ki bu mealler Kur‟ân
hükmünü taşıyamaz, onun yerine konulamaz, mesela namazda okunamaz, içtihad
için hüküm istinbatında kullanılamaz.
Memleketimizde özellikle Cumhuriyetten sonra meallerin sayısı artmıştır.
Bunları söyledikten sonra bu mealimizin özelliğine geçmek istiyoruz. Birçok kişiye
göre bu mealimiz de benzeri eserlerden biridir. Onlar kendi açılarından haklı
sayılırlar. Fakat kendi yönümden bazı farkların olduğunu söyleyebilirim. Bunların
en önemlisi şudur: Mealin Kur‟ân‟ın yerini tutamayacağını yukarıda belirttik.
5
Mealin, yazıldığı dili konuşan insanlar için hazırlandığı da bir gerçektir. Şu halde,
mesela Türkçe bir mealin işlevi, Türkçe bilenlerin en kolay, en çabuk ve en net bir
şekilde mânaya ulaşmalarını sağlamaktır. Eğer asıl metinde bir ifade tarzı, bir
kelime veya bir üslup özelliği bulunuyor ve fakat onun dengi Türkçe‟de yoksa ve
ona tam bağlı kalma Türkçe‟de tuhaf karşılanacaksa, müfessir onu bırakıp Türkçe
anlatımı netleştirmeyi tercih etmelidir. Mesela: “Ben namaz kılmakla emrolundum”
yerine “Namaz kılmam emredildi”, “Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik”, yahut:
“Biz onun için akıllı bir oğul müjdeledik” yerine “Akıllı bir oğlunun dünyaya
geleceğini kendisine müjdeledik”, “Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı”
müphemliği yerine” “Allah gökleri ve yeri hak ve hikmetle, ciddi bir gaye ile
yarattı”, “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır” yerine “Allah üç
uknumdan biridir diyenler kâfir olmuşlardır”, “Kadir gecesinin ne olduğunu sana
hangi şey bildirdi?” yerine: “Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin
ki?” demek tercih edilmelidir. Yine bu düşünce ile, meallerimizin çoğunda
rastlanan çok sayıdaki parantezlere pek yer vermedik. Asla bağlı kalacağım diye
Türkçe anlatımın muğlak bırakılmasının veya Türkçe‟nin imkânlarının
değerlendirilmemesinin, meallerden istifadeyi azalttığını zannediyorum.
Mealimizin ikinci ve bildiğimiz kadarıyla başka hiçbir mealde bulunmayan
özelliği, Kur‟ân‟ın yine Kur‟ân‟la tefsirini ihtiva etmesidir. Tefsir usulünde
bildirildiği üzere Kur‟ân‟ı tefsir etmek isteyen insanın yapacağı ilk iş, ayeti
açıklamaya yardım eden diğer ayetleri bulmaktır. Zirâ “Kur‟ân‟ın bir kısmı diğer
kısmını açıklar” diye hükme bağlanmış, bir prensip oluşmuştur. İşte bunlara işaret
etmek üzere ayet meallerinin sonlarında üç binden fazla ayeti referans vermiş
bulunuyoruz. Okuyucu ayet mealini takip eden ayetlere başvurmakla tefsirin başta
gelen malzemesini elde etmiş olacaktır. İlk rakam sûre numarasını, virgülden
sonraki rakam ise ayet numarasını göstermektedir. Rakamın hangi sûreye ait olduğu
ise kitabımızın sonundaki fihristten bulunabilir.
6
Ayeti açıklayan hadis-i şeriflere, mahdut çerçevemiz dahilinde yer verdik. Her
ayet mealinin peşinden gelen, yer yer yapılmış açıklamalarda, özellikle çağdaş
okuyucunun bilgi edinmek istediği hususlara ağırlık vermeye çalıştık. Kitabı
hazırlarken çeşitli tefsirlere, bazı meallere, hadis kitaplarına ve sair eserlere
başvurmakla beraber, o kitapların isim, müellif, cilt ve sayfa numaralarına işaret
etmedik. Müsveddemizde bunlar bulunmaktadır. Dercetmekten vazgeçmemizin
sebebi şudur: Mealde zaten genel kabûle mazhar olan bilgilere yer verdik.
Sorumluluğunu kabul etmediğim bilgiye yer vermedim. Kaynağı belirtme halinde
okuyucuların zihinlerinin dağılacağını düşündüm. “Niçin falandan naklediliyor?
Oysa falan ve filana da yer verilmeliydi” gibi düşüncelere sebebiyet vermek
istemedim.
Bununla beraber şunu söyleyeyim ki: Taberî, Zemahşerî, Razî, Beyzavî,
Nesefî, İbn Kesîr, Ebu‟s-suûd, Âlusî, Tefsîru‟l-Menar (M. Abduh ve M. Reşîd
Rıza), Elmalılı M. Hamdi Yazır, Mevdudî, S. Kutub, Tabatabaî gibi müfessirler ile
Ö. R. Doğrul, H. B. Çantay, M. Hamîdullah (Fransızca meali), A. Fikri Yavuz,
Süleyman Ateş, Celal Yıldırım, M. Esed ve İSAV tarafından hazırlanmış mealler,
yararlandığım eserler arasındadır.
Nadiren Kur‟ân‟ın aslındaki müraat-ı fasıla (yani fasılaları, ayet sonlarını
gözetme) babından âhenkli çeviri yapmayı tercih ettik. Zira Kur‟ân, incelenen yazılı
bir kitap olmasının yanında, aynı zamanda okunan, hitab eden, hitabı ve beyanı ile
etkili olan bir eserdir. İmkân ölçüsünde okuyucuya onun bu özelliğini hissettirmeye
çalışmak uygun olur.
Bu mealin üçüncü özelliği âyetler arasında zımnen bulunan irtibatları
belirtmeye çalışarak Kur‟ân üslubuna yabancı olanların vehmettikleri irtibatsızlık
iddiasına mahal vermemesidir Kur‟ân üslubunun vecizliği sebebiyle, Arapça‟daki
üslup özeliklerine vakıf olan dikkatli muhatapların anladığı bu münasebetler,
Tükçe‟de ve başka bazı dillerdeki sathî tercümelerde bulunmadığından, biz bunları
7
göstermeye gayret ettik. Bunları yaparken tefsir kitaplarına dayandık. Aslında
Arapça‟da bazan bir harfle ifade edilen atıf, te‟kid, sebebiyet gibi unsurlarla
gösterilen bu irtibatlar, sathî bir tercümede gizli kalmakta ve okuyucu arada
kopukluk ve mâna boşluğu olduğunu zannetmektedir Mesela Neml suresinin 5.
ayetinde âhirete inanmayanları bekleyen çetin azap, 6. ayetinde Hz. Peygambere
Kur‟ân‟ın gönderilmesi, 7. ayetinde ise Hz. Mûsâ‟nın çölde uzaktan gördüğü ışığa
doğru gitmesi ve ona risalet verilmesi bildirilmektedir. İlk anda irtibatsız görülen bu
unsurlar arasında, aslında siyakta mevcut olan irtibat, bazı tefsir kitaplarında
şöylece gösterilir: 5- “Onlara çetin bir azap vardır (...)” 6- “Fakat sana gelince ey
resulüm, hiç şüphe yok ki Kur‟ân sana (...) Allah tarafından verilmektedir.” 7-
“Nitekim resullerden olan Mûsa da çölde geceleyin (...)” Şayet 6. ayet başında
“Fakat,” 7. ayet başında “Nitekim” bağlaçlarıyla bu irtibat gösterilmediği takdirde
okuyucu mâna boşluğu olduğu zannına kapılacaktır.
Mealde zaman zaman, mevcut Tevrat ve İncil metinleriyle olan paralelliklere
değindik. Sırf bir karşılaştırma gayesiyle yapılan bu işe KM (Kitab-ı Mukaddes)
kısaltmasıyla işaret edilmiştir.
Mealimiz 1998 yılında Zaman gazetesi tarafından yayınlanıp okuyuculara
hediye olarak dağıtılmıştı. Geçen süre içinde takdirlerini ifade eden çok sayıda
okuyucu arasında, on beş kadar ihtisas ehlinin bulunması şükrümüze vesile
olmuştur Muttali olduğum sadece bir tek tenkit oldu ki o da esasa yönelik olmayıp,
eserimiz vesilesiyle, yazarın genel olarak meal çalışmalarına yönelttiği eleştirilerini
ihtiva ediyordu. Kolay anlaşılan, munis ifadeler kullanmamızı, avama yönelik bir
meal olarak değerlendiren bu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. İlmî
olmak için, karmaşık olmayı şart gören bu anlayışa katılmadığımı ifade etmekten
çekinmiyorum. Meal geniş kitle için hazırlandığına göre, doğru bilgileri kolay
anlaşılacak tarzda vermek tercih edilmelidir.
8
Önsözü bitirmeden önce mutlaka yerine getirmem gereken bir vecibe kalıyor.
O da beni yirmi seneden beri bir meal hazırlamaya tekrar tekrar teşvik etmiş olan
Fethullah Gülen hoca efendiye şükranlarımı sunmak olacaktır. Onun teşviklerine
başka temenniler de eklenince bu çalışmayı hazırladım. Fakat muhterem Hoca
efendinin şartları müsait olmadığından inceleme fırsatı bulamadı. Bu sebeple
maalesef onun görüşlerinden yararlanamadım.
Kitabın ilk yayınına vesile olan Zaman gazetesi yetkililerini yine şükranla
andığım gibi, yeni baskı şartlarını hazırlayan Kaynak Holding yayın grubu yönetim
kurulu başkanı değerli dostum Şerafettin Kocaman‟ın şahsında, emeği geçen bütün
yayın mensuplarına, özellikle dizgi operatörü Üseyd Kasımoğlu‟na ve sanatkar
birikimini, kitabın, Kur‟ân-ı Kerim mealine lâyık bir estetik içerisinde çıkarmakta
kullanan hattat mimar Ali Toy‟a teşekkürlerimi alenî olarak tekrarlamak istiyorum.
Cenab-ı Allah‟tan bu çalışmayı makbul ve bana âhiret azığı kılmasını diler, bu
eseri hazırlamaya muvaffak ettiğinden dolayı O‟na sonsuz hamd-u sena ile, eseri
okuyup yararlanan değerli okurların dualarını rica eder; feyiz ve bereket
bulmalarını, iki cihanda aziz olmalarını Cenab-ı Allah‟tan niyaz ederim.
İstanbul, 15 Ramazan 1422
30 Kasım 2001
Suat YILDIRIM
1 – FÂTİHA SÛRESİ
Mekke‟de, risaletin başlangıcında nâzil olmuş olup 7 âyettir. Tam olarak nâzil
olan ilk sûredir. Kur‟ân-ı Kerîm‟in başlangıcı olduğundan “bir yeri veya bir şeyi
açan, başlatan” anlamına Fâtiha adı verilmiştir. Ayrıca yirmi kadar güzel vasfını
9
bildiren başka isimleri de vardır. Mesela: Namazda okunması vacip olduğundan
Sûretu‟s-salât, Allah Teâla‟nın arşının altındaki hazineden indirilip ulvî mânaların
hazinesi olduğundan Kenz; başlı başına yeterli olduğundan Vâfiye, Kâfiye; bütün
sûrelerin aslı, kökü, tohumu durumunda olduğundan Ümm‟ul-Kitab, el-Esas onun
isimleri arasındadır. Bu kutlu ve özlü sûre gerçekten Kur‟ân-ı Kerîm‟in feyizli ve
bereketli bir hülasası ve İslâm ibadetinin esasıdır. Kur‟ân-ı Kerîm‟in ana gayeleri
şunlardır.
1. Tevhid, yani Allah‟ın birliği
2. Nübüvvet
3. Âhiret
4. İbadet ve adaleti de kapsayarak istikamet.
Fâtiha sûresi bu esaslara açıkça delâlet eder.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Rahmân ve rahîm olan Allah‟ın adıyla [59,22-24]
2 – Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allâh‟adır.
3 – O rahmândır, rahîmdir.
4 – Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir. [24,25; 37,53]
Rabbü‟l-âlemin sıfatı Kur‟ân mesajının evrenselliğini, rahmân ve rahîm
sıfatları, Allah‟ın kâinatı şenlendiren geniş rahmetini ilan eder.
Sûrenin başında “Bütün övgüler Allah‟ındır” şeklinde kapsamlı bir hüküm
verildiğinden, âdeta “Niçin?” diye soran aklı tatmin için, zımnen gerekçe teşkil
eden bazı ilahî sıfatlar hatırlatılmaktadır. Övgüler Onundur: Çünkü Rabbü‟l-
âlemîndir bütün varlıkları yaratıp büyüten, varlıkta devam ettirendir. Çünkü
rahmândır, rahîmdir: Bu mükemmel kâinatı merhametiyle şenlendiren, güneşleri,
ay‟ları, topyekün kâinatı bitkilere ve hayvanlara hizmet ettiren, cansızı ve canlısı ile
bütün varlıkları da insana hizmet ettiren O‟dur ve çünkü, hayat sadece dünya
10
Description:17 – Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allah‟ın huzurunda itaatla Bir hadis meali: “Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz.