Table Of ContentBİR ÖZGÜRLÜK YANILSA-T-MASI:
POSTMODERNİZM!
Edebiyat güncelimizin tam ortasına yan gelmiş, darmadağınık bir gülümsemeyle oturuyor
"postmodernizm"... Bir küçük selam mı istediği, bir ömürlük hesaplaşma mı? Belki onunla
yan yana duruşumuz çizecek aynadaki görüntümüzü. Aynadaki kendimizle ondaki kendimizin
oluşturduğu imgenin sırlarını çözmeliyiz diyen bir görev var sanki önümüzde.
Yüzeyel bir bakışla, edebiyatta bir "tarz" ve yöntem tartışması gibi görünür önce
postmodernizm. Üzerine eğildiğimizdeyse, puslar içinde, çok boyutlu, çok yönlü, değişken
düşünce sistemleriyle karşılaşırız. Bilinç, akıl, tarih, toplum, sosyoloji, felsefe, hatta
biyolojinin, insan duyularının, hücre fizyolojisinin tartışılmasına kadar uzanan bir yol çıkar
önümüze. Postmodernizmi tartabilmek için insanoğlunun tüm bedenini, düşünsel
eylemliliğini, ruh serüvenini masamızın üstüne yatırmamız gerekir.
İnsanın diğer canlılara göreceli üstünlüğü, onun algılama çeşitliliğine, genlerle taşınıp yaşamla
zenginlenen belleğine, değişen koşullarla değişen yargılama yeteneğine ve sonuçta tümünün
yönelttiği bilinçli davranma gücüne dayanır. Bu güç, diğer insanların güçleriyle birleşince
katlanır, kanatlanır... Toplu yaşamanın getirdiği kendi türüne yöneliş, birlikte olma, acıma,
yardımlaşma, dayanışma, beğenilme, övülme gibi duygularla donanır, öykünmeden
devşirilmiş arzularla, sanatla renklenir, "öteki"ne yönelmiş dille seslenir, toplumu ileri
götüren, dünyayı yerinden oynatan bir kaldıraç gibi iş görür. (1)
Nörobiyolojinin yeni bilimcil açılımlarla gözlenebilir bir nesnelliğe çektiği insan sosyalliğinin
en temel iki ayağı aşk ve ahlaka yaslanır. Aşk ve ahlakı kurgulayan da, insanın ayrı eşeyliliği
ve akıl etkinliği, etkileşimidir. Nesnel birer gerçeklik olan beyin hücreleri, eşey hücreleri ve iç
salgıların dolayladığı bir yapılanmayla iki metafizik kavrama, aşka ve ahlaka açılır... Aslında
onun biyolojik varlığının birer ürünü olan yapılarla o yapıların oluşturduğu yapıdışı gibi
görünen duygular insan düşünce sistemindeki düğümler oluşur. Tüm bu tartışma ve
karışmaların arka yüzünde insan türünün beyin yapısı ve ayrı eşeyliliği yatar; aynı zamanda
"öteki" diye adlandırılası giderek moda olmuş diğer insanlarla ilişkilerini düzenler,
toplumbilim açısından gereklilikler doğurur, toplumu iteleyen, ileri götüren düşüncelere,
dürtülere kaynak olur.
1
Ayrı eşeyliliğin topluma ve insana kazandırdığı bu itici gücün bilinçdışına atılmış, ya da
bilincimizin örtük alanında kıpırdanan ayrı bir ruhu vardır: cinsel yasak. Cinsel yasak,
açıklanamamış ya da dışa vurulamayan arzularla kamçılar insanı... Cins temeline dayalı, ateşin
korunmasını kadına bırakan ilk cins ayrımlı işbölümü, anaerkil toplumların sosyal
gerçekliğidir. Hayvancıl orta barbar toplumunda, erkek, yüz binlerce yıl toplumun önünde yer
almış kadından iktidarı almaya yönelir.
Üretimin sosyalleştiği kapitalist toplumla birlikte birlikte, doğal yaşamın kendiliğinden
oluşturduğu cinsler arasındaki ayrılıklar insanın aklıyla görebildiği bir olgu durumuna gelir.
İnsanın türü kendi üremesinin iki kanadını, erkeğin ve kadının durumunu tartışmanın yanında
ürettiğinin getirdiği koşulları ve tüketimi, üleşimi de sorgulamaya başlar. Ortaçağın kölelik ve
kapıkulluğundan kapitalist üretimin özgür işgücü gereksinimiyle sıyrılmıştır insan. Sanayi
devrimiyle birlikte, üreten çoğunluk "zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi" olmadığını ve
yeni yaşamın üretim-tüketim zincirinde taşıdığı eşey organının ya da özel iç salgı bezlerinin
pek de anlam taşımadığını görebilmiştir. Üretim, somutça izlenebilen, elden ele ürünün biçim
değiştirdiği, cins ayrımı gözetmeyen bir toplu sürece dönüşmüştür. Bir malın üretilmesi için
yan yana, ya da art arda çalışmaya başlayan insanın kendi türüne olan inancı daha da artar.
Kendi ürettiği değerin ederini de çözmeye, üleşimde adalet aramaya yönelir... Bir yandan da
doğa ve toplum yasalarını çözümlemeye çabalar.
Tüm insanları, Olimpos'tan ateşi çalıp insanlığa sunan bir Prometeus yapabilecek koşullar
aydınlanmıştır artık.
Yeni çağdaki yeni insanın toplum içinde yaşamasının kendine kazandırdığı milyon yıllık
kazanımlardan belki de en önemlisi, insanın kendi geleceğiyle ilgili düşlerini, düşüncelerini,
yaşama geçirebileceği, gerçekleştirebileceği yargısıdır. Tarih öncesinde, bilincin yeterince
çevreyi aydınlatamadığı uzun bin yıllar, yüz bin yıllar boyunca bilinmeyen, görülmeyen
güçlere devredilen evren ve toplum sırları, insan tarafından, toplum içinde, duyularla,
deneyimlerle, bilgi birikimleriyle kuramlaşmış gerçek ışığında insanın kendi malı olur.
Toplum ve öğrenilebilen, sorgulayan akılla çözümlenebilen, aydınlanan gerçek insanın en
güçlü iki silahıdır. Bu iki ayak üzerinde gelecek yapılandırılacak, tarih yazılacaktır.
Taa ki yakın zamanlara, yine insanın kendi ürünü, yapıtı olan tekniğin, iletişimin, geç
kapitalist simge yağmurlarının oluşturduğu gerçek bulanıklıklarına, algılama bozukluklarına
kadar... Tam burada da oyun bir ikileme dönüşür. İnsanın televizyonlar, reklam kampanyaları,
tüketim simgeleriyle şaşkına dönmüştür. Değerler, insan beğenileri başkalarının kurguladığı
2
sistemler tarafından hazır bir şekilde sunulmaktadır. İnsanın seçim sandığı, ya da temsil
sandığı şeyler birer koşullanma, birer yanılsamadır belki. Bu andan itibaren de duyularının
nesnelliğinden şüpheye düşmeye başlayan insan kendi geleceğiyle ilgili yönelmelerden uzak
durmaya, diğer bir deyimle sosyal politika dışı olmaya başlar. Yanılsama, yanıltılma kaygıları
ağır basmaktadır. Bir yandan da tüm adalet arayışlarının ve yeni, daha insancıl bir dünya
düşlerinin, kavgalarının da insanı birer iktidar oyuncağı, birer tutsaklık gerekçesi oluşturduğu
söylenmektedir. Yaşamsa yeryüzü insan çoğunluğu için her geçen gün daha da zorlaşmakta,
dünya kirlenmekte, doğa bozulmakta, yoksulluk artmakta, tedavisi olmayan hastalıklar
çoğalmaktadır.
Günümüz dünyası insana çözülmesi zor karmaşalar, yanılsamalar sunmaktadır.
Algılamalarından şüpheye düşen insan, kendi geçmişinin izlerini karşısında şaşkın bir izleyici
gibi kalmış, kendi sinir hücresinin, elinin, burnunun, dilinin, gözünün nesnelliğini bile tartışır
olmuştur. Yaşam ve evrenin içindeki bilinmeyenlerle bilinemeyecek sanılanlar çoğalmakta,
umutsuzluk çözüme yönelik davranışların önüne geçmektedir. Düşünce sistemleri içinde
kutsal inançlar, teolojik öngörüler, metafizik, mitolojiler güç kazanmaya başlamış, edebiyatta
mistisizm ve fantastizm öne geçmiştir. Dogma mezarından çıkarılıp "reenkarnasyon"a
uğratılmıştır. "Tarih bir tekerrür"e döndü, dönecektir.
Böylesine karmaşık bir yol izlemiş düşünce tartışmalarının çıkış noktası, felsefeden,
sosyolojiden, tarihten önce hep edebiyat olagelmiştir. İnsana olası gelişmeleri çok önceden
sezgileriyle duyumsatan bir derinlik boyutu, bir öncü güç, bir estetik habercidir edebiyat.
Önce edebiyatta tartışılmaya başlanan, sonra diğer düşünsel alanlara geçen toplum ve gerçek
kavramlarını oluşturan ögeler, insanın kendi istenci dışındaki değişmelerle belki de bilincin
kavrama yetilerinin dışına kayabilecek ölçüde anlaşılmaz nitelikler kazanırken, kavramların
yeniden tartışılmasını isteyenlerden bazılarının başka niyetleri vardır. Toplum ve gerçek
ayakları yok edilmiş insan bilinci, şaşkın ördek örneği kendi insan yavrularını ezecek, ezenleri
sessiz bir tanık gibi izlemek zorunda kalacak, yeniden ilk çağların bilinmezlikleri içinde
yitirecektir kendini. Onun için de önce toplum ve gerçek tartışılıyor.
Özgürlük istiyor son yılların ünlenmiş genç yazarları. Yazdıklarına, düşündüklerine
özgürlük... Kendi dışlarındaki toplumun gerçekliğiyle, toplumun önlerine koymaya çalıştığı
görevlerle ilişkilerini tartışıyorlar. En çok da kendilerini baskıladıklarını savladıkları toplum
ve gerçek kavramlarından rahatsızlar. Edebiyatta özgürlük, sanatçı özgünlüğü, baskı ve
önyargılardan uzaklaşma, "meta metin"leri kullanmama gibi gerekçelerle geleneksel biçimi
3
yadsıyan, hatta aşağılayan, içerik ve anlam boyutu olmayan yapıtlar çoğunluk oluyor. Estetik
bir bakış açısıyla, belki de, bir zenginlik, bir çokrenklilik, çokseslilik kazanmış gibi görünüyor
düşünsel yaşam. Kimi zaman insanı çevreleyen nesnel ortamın çeşitliliğinden,
karmaşıklığından kaynaklanan, kimi zaman da birilerince bilinçli olarak körüklenen bir
"karnaval", bir şenlik yaşanıyor. Birilerince "postmodernizm" olarak adlandırılan bu yeni akım
ya da esinti, öncelikle de edebiyat denizinde fırtınalar koparıyor.
Postmodernizm, ısrarla "gerçek" ve algılama kavramlarını bombardımana tutuyor. Gerçek,
mutlaklığını yitirmiş, yeni ve kurgulanabilir bir "hipergerçeğe" dönüşmüştür. Algılamalarımız
aslında bir yanılsama, ya da birilerince güdülenmiş bir "üstkurgu" olabilir!
Kendi duygularından, dışındaki dünyadaki gerçeklik konusundaki algılamalarından şüpheye
düşen insanda ortaya çıkan en önemli değişimlerden biri "algılama kısır döngüsü" dür.
Postmodernizmin de "şizofreni" olarak tanımladığı bu durum, tıp dünyasında önemli bir
hastalık sayılan, ancak insandan insana direk bulaşmayan şizofreninin edebiyat, felsefe,
sosyoloji, tarih sistemleri ile yeni insanlara, sonraki kuşaklara yayılmasının da başlangıcı,
çıkışıdır. Günümüz şizofrenisi söz, yazı ve görsel iletişimle bulaşıcıdır!
Algılama bozukluğunun bir diğer saldırı odağı, toplumsal olaylardaki neden- sonuç ilişkisi ve
insan toplumları geçmişini bu ilişkiyle tanımlamaya çalışan tarih bilimidir. Postmodernizmin
ana karakterlerinden biri olan "tarih yanılsaması", ya da tarihin tamamen bir kurgu olduğu
savlamasıyla tüm insanlık geçmişi, uzayan bir eliptik sarmal, bir kısır döngü içerisinde
bitmeyen yanılgılar, yanlışların da kaynağı olacaktır.
Tarihi neden-sonuç ilişkisinden koparmak, tarihe yeni kan davaları, yeni düşmanlıklar
eklemek demektir belki de... Anadolu tarihini araştırırken 1900'lü yılların başında yaşanmış
Ermeni- Osmanlı, ya da Ermeni- Türk çatışmasında, Kafkas petrolleri gerçeğini, iki halkı
birbirine düşman etmiş Kafkas petrolü ardındaki emperyalizm olgusunu görmeyen bir bakış
açısı, yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanmış o karmaşada iki halktan birini suçlu, barbar
olarak bulur çıkarır. Bu kısır çekişme içinde savaşın asıl sorumlusu olan kapitalist sistem,
kendi adaletsizliğini, savaşların, yıkımın sorumluluğunu gizleme olanağı sağlamış olur. Bu
bakış açısı yeni algılama bozukluklarının da çıkış noktasıdır.
Her ikisi de Semit soyundan gelme İsrail oğulları ile Araplar arasındaki kavgada kim haklıdır
acaba? Olaya yalnızca bugünkü yüzeyel görüntüsüyle bakıp arkadaki tarih geçmişini nesnel
bir boyutta değerlendiremediğimizde, benzer savaşların, insanlık üzerine yıkılacak yeni
4
ölümlerin, acıların da önüne geçemeyiz. Bitmeyen Arap- İsrail kavgası emperyalizmin
bitmeyen doğal kaynak ve petrol kavgasıdır. İkinci dünya savaşında emperyalizmin en
acımasız yüzü Alman faşizmi tarafından soykırımına uğratılan Yahudiler için de Araplar için
de, emperyalizmin biçtiği yeni kaftan, petrolün unutulduğu ve sürekli ölümün düşünüldüğü
yeni bir Auschwitz, Filistindir. Bir şekliyle de Auschwitz'den çıkış için tek seçenek: Ya ölmek,
ya öldürmektir! İsrail diye bir millet, milliyetin birkaç on yıl öncesinde olmadığı düşünülürse,
emperyalizmin insanlık üzerinde oynadığı olağanüstü hinoğluhin oyunlar daha iyi anlaşılır
olacaktır. Dünya yüzlerce yıl sonra, yeniden dinler, inançlar savaşında kan yitimine, yıkımlara,
acılara uğruyorsa, bu gerçeğin arkasında hem gizli servisleriyle, hem parasıyla, hem kültürel
saldırısıyla emperyalizm durmaktadır. Bir de, her iki yandakilerin de insan oldukları, kutsal
inanışlar adına bile olsa öldürmenin, yok etme güdüsünün insana yakışmayacağı gerçeği...
Aynı zinciri 11 Eylül'de Amerika'da başlayan terörist saldırı ve arkasından gelişen Afganistan
Savaşı, bu savaşın diğer ortadoğu ülkelerine kayma olasılığına da taşıyabiliriz. İkiz Kuleler'in
bombalanmasını Usame Bin Ladin adlı bir teröristin kendi sapkın kafa yapısından
kaynaklanan bir saldırı olduğunu düşünen Batı yanlıları için bu tür saldırıların olmaması için o
kişinin, örgütünün, hatta bu tür eylemlerde hep adı geçen bir din yandaşlarının ortadan
kaldırılması gerekir. "Haçlı Seferi" deyimi, sonradan baskılanmış bir dil sürçmesi değil, Batı
ve emperyalist düşüncenin benlik göstergesidir. Diğer yandan bakıldığındaysa, Amerikan İkiz
Kuleleri dünyayı egemenliğine almış, dünyanın tüm yoksul halklarını ezen, sömüren bir
sistemin, özellikle de Orta Doğu'da Müslüman topraklarına ateşi, kanı, ölümü hak gören
İsrail'in arkasındaki Amerikan emperyalizminin simgesidir. O kulelerin vurulması bir işarettir;
Müslümanlar birleşmelidir, "Cihad!" gereklidir. Kutsal inancın muştuladığı cennete bu yolda
şehit olunarak ulaşılabilir!
Tarihin zincirlerini kıran, olayları neden- sonuç ilişkisinden "kök-sap"larından çekip koparan
postmodernist düşünce sistemi, olayı insanlara böyle yansır işte. Dünyadaki karmaşanın,
toplumcul kördüğümün asıl boyutu bir toz bulutu arkasında gizlenir.
Toplum çoğunluğunun üstünde, ezmeye, sömürmeye yönelmiş çıkarın güdülediği bir avuç
ayrıcalıklı tarafından kırk yerinden bıçaklanmış, kurşunlanarak öldürülmüş insanlık tarihi,
ölüm nedeni bilinmiyormuş gibi, ezilen çoğunluğu cinayetle suçlamak üzere, yeniden otopsi
masasına yatırılmıştır.
Toz bulutunu biraz aralamaya çalışalım istedik...
5
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1. Günümüz dünyasının egemeni geç kapitalizm ve liberal politikalar, insan sosyalliğini yıkıma uğratırken,
bireyi yalnızlığa, kendi türüyle acımasızca yarışa itelerken Doğada Karşılıklı Mücadele Yasası'nın varlığını
kullanıyor. Hani "Darwin'in doğal seleksiyonu" gibi diyor... İnsanın bunca gelişmenin yaşandığı, milyon yıllık
birikimden sonra türdeşlerini acımasızca dışlamasının insana yakışmayacağı itirazının yanında, hep
yadsıdıkları çok önemli ve büyük bir gerçeklik daha var; doğada, Karşılıklı Mücadele Yasası'ndan daha güçlü
işlediği bile öngörülen, bilimcil çalışmalarla desteklenen Karşılıklı Yardımlaşma Yasası'nın varlığı... Bu yasanın
en acımasız doğa koşullarında ve en ilkel hayvan toplumlarında bile diğerinin (mücadele) çok önüne geçtiği
yapılan araştırmalarla gün ışığına çıkarılmıştır. Kaynak: Pyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma, Kaos
Yayınları Mart 2001
6
Bölüm 1. Genel Olarak Postmodernizm; Bir Hayalet...
Bölüm 2. Türkiye'de Postmodernist Açılımlar,
ya da "Türk Romanında Postmodernist Açılımlar" üzerine
Bölüm 3. Günümüz öykücülüğünün üstüne düşmüş gölge,
ya da yaşamdan kaçan öykücülüğümüz
7
METAFİZİĞİN YENİ HAYALETİ...
8
insanoğlu; ah o metafizik hayvan!
"İnsanoğlu dışında hiçbir varlık, kendi varoluşu ya da genellikle varoluş
karşısında hayrete düşmez. İnsanoğlu, metafizik bir hayvandır."
Schopenhauer
İnsan beyni ve onun çalışma ürünü olan akıl, insanı bir yandan hem ruhsal, hem bedensel
anlamda geliştirip diğer insanlarla ilişkillendirir, sosyal bir varlık yapar. Bir yandan da bireyin
kendine düğüm attığı bir çıkmaz olur...
Günümüzde akılda sorun var. İnsanın kendi ürünü olan toplumsal yaşam, insanın başından
aşağı içinden çıkamayacağı, algılama bozukluklarına yol açan göstergeler yağdırıyor. İnsan
kendi yarattıklarının tutsağıdır. Zaman ve gerçek kavramındaki değişmeler bilinmezleri
arttırıyor. Bilinmezlerin sorgulanmasından kaçınmanın yolu, mistik ve kutsal önermelerdir.
Bir kez daha ve yeniden dogma'dır! İnsan aklı, çözemediği yahut anlam veremediği, ya da
artık anlam vermeyi düşünmediği bir söylemler ve metinler denizinde yüzüyor.
Yaşam, kendini yitirmiş, ne olduğunu anlayamayan benlikten sıyrılmış, milyarlarla türdeşi
içinde yaşarken yalnız kalmış insanın oynadığı, öznesi olmayan bir eylemdir artık. "Biz" ve
"Ben" sözcüklerinin dilden çıkarılıp atılmasının zamanı gelmiştir. Öznesi olmayan bir
yüklemse yaşam, yeni bir yaşam için özne de kalmamış demektir. Adalet arayışı yalnızca
kutsal kitaplarda, okuru kalmamış bir zamanların devrimci yapıtlarında aktarılan bir eski
masaldır.
Kısacası, dünya değiştirilemez olmuştur!
9
bir hayalet...
1980'lerin başında, "le Monde Dimanche okurlarına manşetten bildiriyordu: Avrupada bir
hayalet dolaşıyor - Bu hayaletin adı postmodernizm" (1)1. (18.10.1981 Le Monde Dimanche,
Alıntılayan Y. Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, s.61)
Bu Avrupa'da dolaşan ikinci hayalettir. İlk hayalet 19. Yüzyıl ortalarında duyurulmuştu.
"Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - komünizmin hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu
hayaleti defetmek için kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile Çar, Metternich ile Guizot,
Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları. "(2) 2. K. Marks- Fr. Ergels, Komünist Parti
Manifestosu, Sol Yayınları 1998, s. 7
Tam, "Tanrıya şükürler olsun!" diyorken, ilk hayalet, komünizm, birleşen Avrupa güçleriyle
onlara umduklarından büyük bir destek veren hatta savaşın öncülüğünü yapan Amerikan
güçleriyle, insan düşünce, moral ve yaşam sistemleri içinden sökülüp atılıyorken, ikinci
hayaletin ürküntüsü bindi insanlığın üstüne.
Aradan biraz zaman geçince anlaşıldı ki, korkacak birşey yoktur! Bu hayalet birincisi gibi
ürkütücü, zebani kılıklı bir şey değil... Ne Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için
bir kutsal ittifak içine girmelerine gerek vardır, ne de Papa'yla yeni çarların, Alman polis
ajanlarının işbirliğine... Amerikan Üniversiteleri'nin, Avrupa başkentlerinin, sermaye destekli
kültür çevrelerinin yeni gözdesiydi yeni hayalet...
"Postmodernizmin büyük bir bölümü ABD'den serpildi ya da en azından orada hızla kökleşti.
Bu durum bu ülkenin en yola gelmez politik sorunlarının bazılarını yansıtmaktadır. (....) Çin,
diyet kola ile birlikte Derrida'yı da ithal ettiğinden, şu anda Pekin Üniversitesinde
postmodern incelemeler üzerinde yoğunlaşan bir enstitü var. (.....)ABD'deki bu tercüme
işlemi, kampüs sınırlarının ötesindeki çatışmaların çirkin biçimde akademik parsaları
savunma ya da destekleme etrafında dönen itiş kakışlara dönüşmesiyle, radikal rakiplerin
düşünsel pazarda kavga etmeleriyle, araştırma fonlarının şu değil de bu avangard girişime
tahsis edilmesiyle sonuçlanır."(3) (Altını biz çizdik) 3..Terry Eagleton, Postmodernizmin
Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları 1999,s. 144-145
10
Description:yüzyıl başında Batı'da yıldızı parlamaya başlamış Dadacı, Sürrealist akımlar, Nietzche gibi modernizmden anlatıcıya olimpiyat seçmelerinde dereceye girmiş, kocasının ve ailesinin kıskançlıkları nedeniyle olimpiyatlara