Table Of ContentBaşlangıç
Rahman ve Rahim Tanrı Adıyla
Hamdolsun canı yaratan, bir avuç toprağa can bağışlayıp
iman veren pak Tanrı’ya.
Arşın temelini su üstüne kuran odur; topraktan yaratılanların
ömürlerini yel üstüne koyan o!
Gökyüzünü kudretle yüceltti... toprağıysa aşağılattıkça
aşağılattı.
Bir tanesine sürüp giden bir hareket verdi; öbürüne sürüp
giden bir sükûn.
Gökyüzünü kurulu bir çadır haline getirdi... direksiz,
dayaksız durdurdu, döşemesi de yeryüzü oldu.
* Altı günde yedi yıldız yarattı... iki harften ibaret bir emirle
dokuz göğü halk etti.
Yıldızları, altın zarlar şeklinde yaratarak her gece felekle
oyuna girişti.
Ten tuzağını halden hale soktu, çeşit çeşit hallere düşürdü...
can kuşunu toprağa alıştırdı.
Deniz, emrine ram oldu... teslimiyetle eridi. Dağ korktu,
korkusundan dondu kaldı!
Denizi susattı, dudaklarını kupkuru bir hale getirdi... taşı
yakut haline soktu, kandan misk yarattı.
Dağa hem tepe verdi, hem bel. O da erlikle baş çekti,
yüceldi.
Gâh ateş üstünde güller desteledi... gâh deniz üstünde
köprüler kurdu.
* Bir sivrisineği düşmanının başına musallat etti... sivrisinek
bu başta tam dört yüz yıl kaldı.
* Örümceğe hikmetiyle ağ kurdurdu. Âlemin en ulusuna bu
ağ yüzünden huzur ve emniyet ihsan etti.
* Karıncaya saç teli gibi incecik bir bel verdi. Süleyman’la
boy ölçüştürdü!
* Ona Abbasoğullarının elbisesini giydirdi... onu karalara
bürüdü... para pul sarf ettirmeden, böyle bir zahmete
sokmadan “Tasîn”i verdi.
* İsa’da bir iğne bulunduğunu gördü... bu yüzden onu
dördüncü kat gökte yüzüstü bıraktı!
Dağ tepelerini lalelerle kanlara buladı... gök kubbeyi
dumandan halk etti.
Toprağı parça parça kan haline getirdi de ondan akik ve lâl
gibi değerli taşlar çıkardı.
* Güneşle ay, gece gündüz ona secde etmede... alınlarını
yolundaki topraklara komada.
* Yüzlerindeki nur, o secde yüzünden... yoksa secde
etmeyen yüzde nur ne gezer?
Gündüze gönül genişliği verdi... yüzünü ağarttı; geceye can
sıkıntısını verdi, karanlıklarda yaktı, yandırdı onu.
Dudu kuşuna altın gerdanlık taktı... hüthütü haber çavuşu
dikti, kılavuz yaptı.
Kâinat kuşu, yolunda kanat çırpmada... kapısına bir halka
gibi başvurup durmada.
Feleği gece gündüz döndürmekte... geceyi giderip gündüzü
getirmekte, rızık vermekte!
* Balçığa bir üfürdü mü, insan halk eder... bütün âlemi,
köpükle dumandan yaratır.
Gâh bir köpeğe tapısına kadar yol verir... gâh bir kedi
yüzünden yolu keşfeder, gösterir.
Bir köpeği yakınlık eri haline kor da, sonra tutar, aslan gibi
bir eri köpekleştirir!
* Gökyüzünde oturanlara felek sofrasını kurar... güneşi, bu
sofraya somun olarak kor.
* Gâh bir şeytana Süleymanlık verir... gâh bir karıncaya söz
söyleme kudreti bağışlar.
* Bir sopayı yılan haline kor... bir ekmek sacının altından bir
tufan coşturur.
* Gökyüzünü serkeş bir tay haline getirir de yeni ayı ona nal
yapar... o nalı ateşe kor, kızdırır!
* Bir kayadan dişi deve çıkarır... sarı öküzü feryada, figana
getirir.
Kışın gümüşler saçar, güzün dallardan altınlar döker.
İnsan, okla birisini yaralar, temreni kana gömer, kan içinde
gizler... halbuki o, temrene koncadan kanlar verir, besler
yetiştirir!
Yaseminin başına dört dilimli taç vurur... lalenin başına kanlı
külah giydirir.
Gâh nergisin başına altın taç kor... gâh o tacı, çiğ taneleri
incileriyle bezer.
Balıktan aya dek ne varsa hepsi; bütün zerreler, varlığına
tanıktır.
Akıl, onun yüzünden işlere düşmüş, can ona gönül vermiş,
gök dönmeye koyulmuş, yer durup kalmış.
Dağ, onun takdiriyle ağır bir hale gelmiş, oturmuş... deniz,
ondan utanıp erimiş, su kesilmiş.
* Hem yeryüzü, onun tapısında başına topraklar saçıp
kalakalmış... hem gökyüzü, halka gibi kapısında hayran
olmuş.
* Sekiz cennet, onun yanında ancak bir pabuçluk... yedi
cehennem, ona göre ancak bir yalım.
Toprağın alçaklığıyla gökyüzünün yüceliği onun tekliğine
ayrı ayrı iki tanık.
* Yeli, toprağı, ateşi, suyu bir yere getirir... her şeyden kendi
sırrını ışıklandırır, gösterir.
* Toprağımızı kırk sabah yoğurup balçık haline getirdi de
sona emriyle can, o balçıkta karar etti.
Can, tene girdi... ten canla dirildi. Tene akıl verdi de onunla
her şeyi gördü, bildi.
* Her şey onu tesbih etmekte, onun tesbihine dalmakta, hatta
dalmak şöyle dursun, büsbütün kendinden geçmede.
Can, aklı görünce bir görüşe, bir sezişe sahip oldu...
kendisine bilgi bağışlanınca da her şeyi tanıyıp anlamaya
başladı.
Bu anlayışa, bu tanıyışa sahip olunca aczini ıkrar etti,
hayretlere gark oldu, işe koyuldu!
O tapıda ne varsa, ister düşman olsun, ister dost... hepsinin
boynu, onun yükü altında.
Hikmeti, herkese bir yüktür yükler... ne şaşılacak şey ki,
gene her şeyi koruyan, gözeten odur!
* Kimsenin işi gücü yok, ama herkes de bir işte... işsiz
güçsüz kimse de yok.
* Dağı, önce yeryüzüne mıh yaptı da sonra yerin yüzünü
deniz sularıyla yıkadı.
* Yeryüzü öküzün üstüne yerleşti... öküz balığın, balık da
havanın üstünde!
Hava ne üstünde? Ancak bir hiç üstünde! Şu halde her şey
hiçten ibaret... bu kıvranmalar, bu didinmeler ancak bir hiç!
* Parça buçuk da onun pak zatına delil, tümde; arş da onun
tertemiz mülkü, ferş de!
O padişahın sanatını düşün hele... bütün bu varlığı bir hiç
üstüne kurmuş, görüp gözetmede.
Mademki her şey, hep birden bir hiç üstüne kurulmuş... şu
halde bütün bu varlık şüphe yok ki, hiçten ibaret!
Arş su üstünde, su hava üstünde... geç bu sudan, havadan...
bütünü varlık o.
Arş da ancak bir tılsım, âlem de. Her şey bir addan başka bir
şey değil... varlık, ondan ibaret vesselam.
Bu âleme de bak, o âleme de... hep o; ondan başka bir şey
yok... varsa bile o var olan gene o!
Yazıklar olsun, kimsede kudret yok... âlem güneşle dolu,
fakat gözler kör!
* Her şey bir zattan ibaret... fakat sıfatlarla sıfatlanmış. Her
şey bir harften ibaret... fakat sözler çeşitli!
* Er gerek ki padişahı tanısın, hangi elbiseye bürünürse
bürünsün, padişahı bilsin!
* Böyle er yanılmaz, hangi elbiseye bürünürse bürünsün,
padişahını görünce kim olduğunu tanır. Mademki her şey
odur, ondan ibarettir... bu yanılmak neden?
Yanlışa düşmek, şaşı kişinin kârı... bu bakış, işsiz kalanların
bakışı.
Ey Hakk’ı tanıyan, bu kadar kıyasa düşme... Neliksiz,
niteliksiz Tanrı, kıyasa sığmaz.1
Onu görürsen, bu aklı kaybedersin... her şeyin o olduğunu
görür, kendini bile kaybeder gidersin!
Ne şaşılacak şey... bütün zerreler elleriyle eteklerini tutmuş,
çemremişler, özür getirmedeler; sarhoş bir halde aramadalar!
Ey Tanrı, halbuki sen o kadar meydandasın ki, bu yüzden
adamakıllı gizlenmişsin... bütün âlem senin de kimse yüzünü
görmedi gitti!
Her şeyden önce sen vardın, her şeyden sonra da gene var
olan sensin. Her şeyi varlığınla izhar ettin, varlığınla gördün...
kendini de her şeyde kendine gösterdin... ön, son, ne varsa
sensin, senden ibaret!
Can cisimde gizli... sense canda gizlisin ey gizliden gizli, ey
canlara can olan Tanrı!
Damın korucularla, kapın bekçilerle dolu... artık sana kim
yol bulabilir, nasıl kapına varabilir?
Akıl için de zatına yol yok, can için de... sıfatlarını da kimse
bilmez.
Can içinde gizli hazinesin, ama tende de görünen sensin,
canda da!
Bütün canlar, künhüne ermekte âciz... bir nişane elde
edememişler. Peygamberler bile yolunun toprağına canlar
saçıyorlar.
Akıl, varlığından bir ize ulaşır... fakat künhüne ermesine asla
imkân yok!
Tanrı, canın içindeki de sensin, dışındaki de... ne söylersem
söyleyeyim, seni nasıl översem öveyim; hepsinden
münezzehsin... fakat hepsi de gene sensin!
Varlık âleminde ebedi var olan sensin; bütün elleri kolları
bağlamışsın!
Ey Tanrı, akıl kapında hayran olmuş... sermayesini
kaybetmiş, yolunda kendi de kaybolmuş gitmiş!
Bütün âlemi apaçık seninle görüyorum da âlemde senden bir
iz bile göremiyorum!
Herkes senden bir nişanedir verdi... fakat ey sırları bilen
Tanrı, nerede senden bir nişane?
Felek bunca göz açtı, ama gene senin yolunda bir toz zerresi
bile göremedi gitti!
Yeryüzü, derdine düştü, dert topraklarını başına saçtı ama,
ne fayda... senin tozunu bile göremedi!
Deniz, aşkınla coştu, köpürdü, yüceldi... fakat gene eteği
yaş, dudağı kuru bir halde sindi kaldı!
Dağın yolunda yüzlerce tehlikeli geçit var. Bu yüzden eteği
çamurlara bulanmış, beline kadar balçığa saplanmış,
kalakalmış!
Ateş, iştiyakınla alevlenmiş, serkeşçesine ateşlere ayak
atmış...
Yel, sensiz perişan bir hale gelmiş, elsiz ayaksız olmuş,
avucuna toprak almış, yel ölçüp poyraz almaya koyulmuş.
Güneş iştiyakınla deli divane olmuş... her gece toprağa
yüzler sürmede!
Ay da sevginle yanmış, her ay hayretle batıp gitmiş, eriyip
bitmiş...
Suyun ciğerinde bir katre su bile kalmamış... iştiyakınla
candan, baştan geçmiş...
Toprak, mahallende topraklara döşenmiş, başına topraklar
serpip kapında kalakalmış!
Nice bir söyleyeyim? Vasfa sığmazsın ki! Ne yapayım, ne
işleyeyim... bende zaten bilgi yok.
Ey gönül, eğer sen onu istiyorsan, yoluna düş, önüne ardına
bak, aklı başında yürü!
Kapıya gelen yolculara bak... hepsi de birbirine dayanıp
yoldaş olmuş, gelmişler!
Her zerreye ayrı bir kapı var; şu halde her zerreden ona
başka bir yol var!
Sen ne bilirsin hangi yola gideceğini... hangi yolla o kapıya
varıp ulaşacağını?
Onu apaçık ararsan, işte o zaman gizlenir... gizliliklerde
ararsan, açığa çıkar!
Açıkta aradığın zaman gizlidir, gizlide aradığın zaman
meydanda!
Description:Feridüddin Attar (1140 civarı - 1220 civarı): Klasik Fars edebiyatının 12. yüzyıl sonu - 13. yüzyıl başındaki en önemli şair düşünürlerindendir. İlahiname ve Tezkiretüt Evliya gibi eserlerinin yanısıra, en tanınmış mesnevisi sayılan ve Mevlana dahil kendinden sonraki pek ço