Table Of ContentALLAH KELÂMI
KUR'ÂN-I KERÎM
ve
AÇIKLAMALI MEALİ
Ali Ünal
v. 1.0
İÇİNDEKİLER
Takdim: Kur’ân-ı Kerîm ve Meali Üzerine / M. Fethullah
Gülen
Bu Meal Çalışması Hakkında
Önsöz: Kur’ân: Tarifi, Kayda Geçirilip Korunması,
Üslūbu Ve Kur’ân’ı Anlamak
Kur'an-ı Kerim Sırasına Göre Sûreler
Alfabetik Sıraya Göre Sûreler
Nüzûl Sırasına Göre Sûreler
Mekkî ve Medeni Oluşlarına Göre Sûreler
Cüzler
Sayfaya Numaraları
Ekler
Sözlükçeler
(Bazı) Esmâü'l-Hüsnâ
İsimler Sözlüğü
Hatim Duası
El - ihtitam
Duraklama İşaretleri
Kur'an-ı Kerîm Sırasına Göre Sûreler
1. Fâtiha Sûresi
2. Bakara Sûresi
3. Âl-i İmrân Sûresi
4. Nisâ Sûresi
5. Mâide Sûresi
6. En’âm Sûresi
7. A’râf Sûresi
8. Enfâl Sûresi
9. Tevbe Sûresi
10. Yûnus Sûresi
11. Hûd Sûresi
12. Yûsuf Sûresi
13. Ra’d Sûresi
14. İbrahim Sûresi
15. Hicr Sûresi
16. Nahl Sûresi
17. İsrâ Sûresi
18. Kehf Sûresi
19. Meryem Sûresi
20. Tâ-Hâ Sûresi
21. Enbiyâ Sûresi
22. Hac Sûresi
23. Mü’minûn Sûresi
24. Nûr Sûresi
25. Furkân Sûresi
26. Şuarâ Sûresi
27. Neml Sûresi
28. Kasas Sûresi
29. Ankebût Sûresi
30. Rûm Sûresi
31. Lokman Sûresi
32. Secde Sûresi
33. Ahzâb Sûresi
34. Sebe’ Sûresi
35. Fâtır Sûresi
36. Yâsîn Sûresi
37. Sâffât Sûresi
38. Sâd Sûresi
39. Zümer Sûresi
40. Mü’min Sûresi
41. Fussilet Sûresi
42. Şûrâ Sûresi
43. Zuhruf Sûresi
44. Duhân Sûresi
45. Câsiye Sûresi
46. Ahkâf Sûresi
47. Muhammed Sûresi
48. Fetih Sûresi
49. Hucurât Sûresi
50. Kâf Sûresi
51. Zâriyât Sûresi
52. Tûr Sûresi
53. Necm Sûresi
54. Kamer Sûresi
55. Rahmân Sûresi
56. Vâkı’a Sûresi
57. Hadîd Sûresi
58. Mücâdele Sûresi
59. Haşir Sûresi
60. Mümtehine Sûresi
61. Saff Sûresi
62. Cum’a Sûresi
63. Münâfikûn Sûresi
64. Teğâbun Sûresi
65. Talâk Sûresi
66. Tahrîm Sûresi
67. Mülk Sûresi
68. Kalem Sûresi
69. Hâkka Sûresi
70. Meâric Sûresi
71. Nûh Sûresi
72. Cin Sûresi
73. Müzzemmil Sûresi
74. Müddessir Sûresi
75. Kıyâmet Sûresi
76. İnsan Sûresi
77. Mürselât Sûresi
78. Nebe’ Sûresi
79. Nâziât Sûresi
80. Abese Sûresi
81. Tekvîr Sûresi
82. İnfitâr Sûresi
83. Mutaffifîn Sûresi
84. İnşikâk Sûresi
85. Burûc Sûresi
86. Târık Sûresi
87. A’lâ Sûresi
88. Gâşiye Sûresi
89. Fecr Sûresi
90. Beled Sûresi
91. Şems Sûresi
92. Leyl Sûresi
93. Duhâ Sûresi
94. İnşirâh Sûresi
95. Tîn Sûresi
96. Alak Sûresi
97. Kadir Sûresi
98. Beyyine Sûresi
99. Zilzâl Sûresi
100. Âdiyât Sûresi
101. Kâria Sûresi
102. Tekâsür Sûresi
103. Asr Sûresi
104. Hümeze Sûresi
105. Fil Sûresi
106. Kureyş Sûresi
107. Mâûn Sûresi
108. Kevser Sûresi
109. Kâfirûn Sûresi
110. Nasr Sûresi
111. Tebbet Sûresi
112. İhlâs Sûresi
113. Felâk Sûresi
114. Nâs Sûresi
EKLER
1. Kitab-I Mukaddes’te Hz. Muhammed (s.a.s)
2. İslâm, Savaş Ve İslâm’ın Ana Yayılış Dinamikleri
3. İslâm Ve Savaş Konusunda Ek Notlar
4. İslâm’da Kadının Statüsü
5. Halkı Arasında Hz. Muhammed (s.a.s)
6. Allah Rasûlü’nü Tanımak Ve O’nun Büyüklüğü
7. Kur’ân-I Kerim’in Bazı Mucizevî Yanları Ve Meydan
Okuması
8. Bütün Hayırlar Allah’tan Olup, Şerri Kazanan İse İnsandır
9. Allah’ın Varlığı, Birliği Ve Buna İnanmak
10. Bir Bal Arısının Hayatı
11. Çeşitli Yönleriyle Miraç Hadisesi
12. Kıyamet Ve Âhiret
13. Ruh: Varlığı, Mahiyeti Ve Varlığının Delilleri
14. İslâm: Kâinatın Ve İnsanlığın ‘Din’i, Allah’ın Bütün
Varlığı, İnsanlığı Üzerinde Yarattığı Fıtrat
15. İnsanın Yüklendiği Emanet
KUR’ÂN-I KERİM ve MEÂLİ ÜZERİNE
M. Fethullah Gülen
Kur’ân, Allah’ın, en son peygamberi vasıtasıyla insanlığa
mucize derinlikli ve eşi benzeri olmayan bir mesajıdır. Allah
bu mesajıyla, son bir kez daha insanoğluna kestirmeden
rızasına ulaştıran şehrahı göstermiş; zât, sıfât ve esmâsını
ifade etmiş; doğru şekilde bilinip tanınmasını, iman edilip
ubûdiyette bulunulmasını, herhangi bir yanlış anlamaya
meydan vermeyecek netlikte açık-seçik ortaya koymuş;
mü’minlerin vazife ve sorumlulukları üzerinde durmuş,
mücazât ve mükâfat vaad ü vaîdiyle gönülleri şahlandırmış ve
ruhlarda ürperti hâsıl etmiş; dahası, onu bize bir ekmeliyet,
bir etemmiyet remzi ve bir rıza yörüngesi olarak sunmuş,
sunarken de tenezzül dalga boylu bu armağanıyla bize,
kimseye nasip olmayan/olmayacak olan en büyük bir iltifatta
bulunmuştur. Kur’ân, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi
ekmelüttehâyâ) bahşedilen yüzlerce mucizenin en parlağı ve
kalıcı olanıdır. O, ifadesi, üslûbu, beyan tarzı açısından bir
harikalar mecmuası olduğu gibi içtimaî disiplinleri, hukukî
kuralları, terbiye ile alâkalı kaideleri, insan, varlık ve kâinat
hakkındaki yorumları; hemen bütün ilimlerin esaslarına işaret,
remiz ve îma, hatta bazen tasrih ölçüsünde temasları; idarî,
iktisadî, siyasî, kültürel problemleri çözmedeki alternatif
yöntemleriyle her zaman herkesin başvurma mecburiyetinde
olduğu/olacağı bitip tükenme bilmeyen dupduru bir kaynak,
en
karmaşık
ve
en
bulanık
dönemlerin
dahi
bulandıramayacağı kadar engin bir ummandır.
Kur’ân’ın mânâ enginliğini, üslûp ve ifade zenginliğini,
muhteva
derinliğini
anlatma
konusunda
aczimi
ve
yetersizliğimi itirafı ona saygımın gereği kabul ediyorum. Arz
edilen hususlarla alâkalı bugüne kadar bir hayli şey anlatıldı;
hâlâ da anlatılıyor ve gelecekte de anlatılacak.. bütün bu
gayretlerin onu tanıma, onu duyma, ona ve getirdiklerine
inanma konusunda kâfî ve vâfî olduğu açıktır ve İslâm
nizamını da “mahiyet-i nefsü’l-emriye”siyle aksettirdiğinde
şüphe yoktur. Ancak, insan, kâinat ve ulûhiyet hakikatinin
beyan atlası sayılan engin bir muhtevanın bütünüyle ifade
edildiğini iddia da doğru değildir. Semavî ve lâhûtî olan bir
beyan beşer idrakiyle ne kadar seslendirilebiliyorsa, onun da
işte o kadar dile getirildiği bir gerçektir. Bu itibarla, ne bizim
ne de başkalarının, bu koskocaman atlası, fihrist ölçüsündeki
bir çerçevede ifade etmemiz mümkün olmasa gerek. Ne var
ki, böyle hayatî bir konunun, ne ifade zaafiyetimiz bahanesine
ne de beyan gücümüzün yetersizliğine bağlanarak ona karşı
lakayt kalınması veya ihmal edilmesi de doğru değildir.
Kur’ân’ı anlamak herkesin hakkı ve anlatmak da doğru
bilenlerin vazifesidir. Bilmeyenler her zaman onu anlama
peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu
doğru yorumlayıp doğru ifade etmede kullanmalı ve onun
anlaşılmasını
daha
bir
yaygınlaştırmalıdırlar.
Zira
o,
anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü
idrakine en büyük armağanıdır. Onu anlamak hem bir vazife
hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç
gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.
Aslında o, bütün çağların sesi-soluğu olma liyakatiyle
serfiraz bir beyan mucizesi ve meleklerin ışığına pervane
döndükleri kelâm-i ilâhînin en nurefşan ifadesidir. Bu itibarla
da ne menbaı, ne hedefi, ne ilk temsilcisi/temsilcileri ne de
sinelerde bıraktığı tesir açısından lâkayt kalınacak bir kitap
değildir. O konuşurken melekler sükût murakabesine dalmış,
rûhânîler secdeye kapanmış, cinler onun sesine soluğuna
büyülenerek onunla tanışmak için çöllere düşmüşlerdir.
Kur’ân, tekvînî emirlerin beyan ve izahı, teşriî kural ve
kaidelerin de en sağlam ve değişmez kaynağıdır. O, varlık,
kâinat ve insanı doğru okuyup değerlendirmede en sağlam
kriterleri ihtiva eden öyle muhkem bir kitaptır ki, onun ferdî,
ailevî, içtimaî ve terbiyevî çözemeyeceği bir problem yoktur
ve bu hususiyetiyle de o, her şeyi sebepleriyle, sonuçlarıyla
görüp
bilen
bir
Zât’ın
kuşatan
ilminden
geldiğini
haykırmaktadır. O, bu bütüncül bakışı ve ihata eden engin
ifade ve üslûbunun yanında, muhteva ve mânâ genişliği,
beyan inceliği, herkesin ilim ufkuna göre açılma sihri ve
ruhlara nüfuzu sayesinde öyle bir güce sahiptir ki, ön yargısız
olmaları şartıyla ulaşabildiği herkesi büyülemiş ve başlarını
döndürmüştür. Dostlar onu taklit şevkiyle, düşmanlar onun
sesini kesme hıncıyla yıllar ve yıllar boyu aynı malzemeyi
kullanmış, aynı konuları seslendirmeye çalışmışlardır ama
kat’iyen onun üslûbunu yakalayamamış ve o enginlikte bir
beyan ortaya koyamamışlardır: İfadeler sun’îliği aşamamış,
söz sarraflarının takdir ufkuna ulaşamamış ve hele asla
gönüllerde kalıcı, yönlendirici bir tesir uyaramamıştır.
Onda yerine göre ayrı ayrı, yerine göre iç içe konular
arasında öyle ince bir tenasüp ve müzikal bir ahenk vardır ki,
birbirinden çok uzak gibi görünen hususlar arasında bile insan
az bir teemmülle birkaç iltisak noktasını birden yakalayabilir.
O hemen her zaman hiçbir edip ve söz üstadının
ulaşamayacağı bir beyan sultanlığı sergiler ve bütün bütün
insafsız olmayan muhataplarına mutlaka bir şeyler hissettirir;
hissettirir ve onları idrak ufuklarının ötesinde daha derin
mülâhazalara sevk eder. Bir de bu müteessir ruhlar insaf edip
kendilerini bu Rabbanî ifade çağlayanına salıverdi mi, gayrı
onun dışında duyup dinledikleri söz şeklindeki bütün ifadeler
birdenbire âdeta hırıltıya dönüşüverir.
Her şeyden evvel o, kuşatan bir ilimden gelmiş, insan,
tabiat ve bütün kâinatların mânâ, mazmun, gaye-i hilkat ve
hikmet-i vücutlarının dili, tercümanı olmanın yanında
muhataplarının da farklı derinliklerine birden seslenmektedir:
O, akla bir şeyler söylerken, gönle onun anlayacağı bir dille
seslenmeyi ihmal etmez; şuura bir şeyler duyurduğunda,
hisleri
nasipsiz
bırakmaz;
muhakeme
ve
mantıkla
konuştuğunda da ruhtan iltifatını esirgemez. Zâhir-bâtın her
latîfe ve hâsse ondan hissesini alır ve bunlar arasında ne bir
mahrumiyet ne de çelişki söz konusu olmaz. İstidatları
ölçüsünde paylaşırlar bu semavî mâideyi ve bir ahenk
zemzemesi yaşarlar kendi aralarında.
Gerçi hemen bütün ilâhî beyanlarda, hususiyle de beşerî
mülâhazalar dediğimiz şerh ve hâşiyelerin asıl metinler içine
karışmadığı dönemler itibarıyla, aynı bütüncül bakış ve aynı
kucaklayıcılık söz konusudur ama Kur’ân’da Muhammedî
(sallallahu aleyhi ve sellem) ruh ve mânânın câmiiyeti
derinliğinde bir ihata ve fâikiyet bulunduğu da açıktır; açıktır
ve ondaki câmiiyet ve muhtevaya denk mükemmeliyette
semavî ve gayri semavî herhangi bir kitap göstermek de
mümkün değildir. İnsan, kâinat ve ulûhiyet hakikatlerini bu
vüs’atte, vüs’ati içinde bu incelikte ele alan ve kendine has
terkib ü tahlil (sentez ve analiz) sistemleriyle yorumlayıp
ortaya koyan bir başka kitap yoktur dersek mübalâğa etmiş
sayılmayız.
Onun ele aldığı konuların hemen hepsi, açık olanı açık,
mücmel ve müteşâbih olanları da Sahib-i Şeriat’ın beyanına
veya bir kısım mülhemûnun ilhamlarına emanet pek çok
lâhûtî
ve
kevnî
hakikatlerin
en
zengin
hazinesi
mesabesindedir. O, arz ettiği veya tahlile tâbi tuttuğu
konulardan hiçbirini içinden çıkılmaz hâle getirmez; usule
taalluk eden mevzuları açık ve net olarak ortaya koyar;
teemmül, tefekkür ve tedebbür isteyen hususlarda tetkik u
tahkiki yeğler; Allah’a yönelme imasında bulunur ve uluorta
herkesin üstesinden gelemeyeceği konuların altına girilmesini
de tasvip etmez. O, üzerine eğildikçe kalblerde, kafalarda –
teemmül derinliğine göre– lambaları her an daha bir artan
sihirli bir avize gibi değişik tecelli dalga boyunda yeni yeni
inkişaflara vesile olarak insanın zâhir ve bâtın duygularına
çeşit çeşit ilâhî armağanlar sunar. Vâridâtı coştukça coşar;
çiselemeler sağanağa dönüşür ve bitmez mevhibeleri,
tükenmez güzellikleri ve pırıl pırıl ışıklarıyla mütefekkir
mütalâacılarına iç içe şölenler yaşatır.
Anlayanlar ancak onda anlarlar varlığı, kâinatların arka
plânını, insanı ve onun kalb ve ruh enginliğini; onun aydınlık
dünyasında keşfederler doğru düşünmeyi ve tefekkürün
hakikî kaynaklarını ve kurtulurlar yanılma fasit dairelerinden,
ihtimallere hüküm bina etmekten. Hazreti “Allâmü’l-
Guyûb”dan gelen bu mucize beyanın dışında yanılmayan ve
ihtimallere emanet edilmeyen hiçbir bilgi kaynağı yoktur.
Kur’ân’dır ki her şeyi açık, net ve doğru olarak vaz’eder;
yanılmaya açık hususların ve teemmüle emanet boşlukların
doldurulmasındaki hataları da bizim idraklerimize verir. Bu
açıdan da onu doğru anlamak, doğru yorumlamak bizim için
bir vazife olduğu gibi ona karşı da bir vefa borcudur. Böyle
bir borç ve vazife de, ilim, irfan ve ilhamların sınırlılığı
çerçevesinde her müstaid ve donanımlı ferdin müktesebat ve
Hakk’a müteveccih yaşamasına vâbestedir. Her istidatlı
gönül, samimiyet ve Hakk’a teveccühünü ortaya koyarak
“Allah rızası ve hakikatin vuzuh ve inkişafı” der yürür o bahr-
i bîpâyânın derinliklerine doğru. Sahib-i şeriat rehberi,
muhkemât elinden düşürmediği feneri ve selef-i salihîn de
kılavuzları, yürür tedebbürle, temkinle, teemmülle ve
nefsânîliğine takılmadan o sonsuz ufuk cânibine.. böyle
derûnîlerde hata nispeti az olur; onların murad-ı ilâhiyi
yakalama
yolundaki
gayretleri
özel
teveccühlerle
mükâfatlandırılır ve bunların Kur’ân-ı Kerim adına ortaya
koydukları tefsir ve te’viller de Kur’ân farklılığının bir renk
ve deseni hâline gelir.
Aksine yarım-yamalak Arapça ile ve sözlüklerin dar
atmosferinde Kur’ân’ı kendi endam ve ulviyetine uygun
seslendirmenin mümkün olamayacağı bir yana, böyle bir
teşebbüs o semavî ifade âbidesine karşı da apaçık bir
saygısızlıktır. O, usulüne uygun olarak bir dilden bir dile
aktarılmalı; şöyle-böyle tefsirle alâkalı her şey çok iyi
bilinmeli ve her yorum “ulûm-u âliye-i islâmiye”ye test
ettirilerek ortaya konmalıdır. Bize düşen, “Onu, tercüme ile
herkesin istifadesine sunuyorum.” diye onca genişliğine
rağmen İlâhî Kelâm’ı kendi idrak ve ifade ufkumuza göre
daraltmamaktır.
Aslında onu, bir tefsir, bir te’vil veya geniş bir meâlle
herkese duyurma bu işin uzmanları için bir vazife; ona karşı
kadirşinas ve saygılı olmanın da gereğidir. Ancak, sağlam bir
dil bilgisine, belâgat kurallarına; tefsir, hadis ve fıkıh usulü…
gibi ilim dallarına vâkıf olmadan böyle bir şeye teşebbüsün de
haddini bilmezlik olduğu açıktır. O, bir romanı tercüme