Table Of ContentHâkan Nesser
Karambol
Karambol, hayatı dümdüz hatta sıkıcı olan bir adamın,
istemeden bir gencin ölümüne yol açtığı andan itibaren,
yavaş yavaş içine yuvarlandığı bir karabasanın hikâyesi.
Bir hata diğerini doğurur ve sıradan hayat bir korku
filmine dönüşür. Romanın kahramanlarının diline
dolanmış olan şu bilardo kuramı doğru olabilir mi? Her
birimiz, düzgün, yeşil bir çuha üzerinde yuvarlanan
toplardan biri miyiz gerçekten? Gidilecek yönü ve hızı,
ne olacağımızı ve nerede duracağımızı, hangi topa
çarpıp hangi yöne savrulacağımızı bilmiyoruz, başımıza
gelenleri rastlantı sanıyoruz, ama aslında her şey çok
önceden belirlenmiş olabilir mi?
“Doğal düzende, babalar çocuklarını gömmez.”
Paul Auster Kırmızı Defter,
Karambol: 1. Bilardo oyununda istekayla vurulan topun
öteki toplara dokunması. 2. kişilerin ya da nesnelerin
birbirine çarpması, çarpışma, karışıklık.
(Türkçe Sözlük/Ali Püsküllüoğlu)
I
BİR
Az sonra ölecek olan delikanlı gülerek geri çekildi.
Gömleğinin üzerinde kalmış birkaç cips kırıntısını
silkeleyip ayağa kalktı.
“Artık gitmek zorundayım,” dedi, “mecburum. Son
otobüs beş dakikaya kadar kalkıyor.”
“Evet,” dedi yanındaki kız, “gitmen gerek, evet. Burada
gecelemene izin veremem. Annem bu akşam geç vakte
kadar çalışıyor, ama bir iki saate kadar eve gelir. Ne der
sonra?”
“Yazık,” diye yanıtladı delikanlı ve kaim kazağını
başından geçirip aşağı çekti. “Burada kalsaydım ne
güzel olacaktı. Şey... Yapamaz mıydık? Şey yani...”
Gerisini getirmeyerek duraksadı. Kız güldü ve onun
ellerini avuçlarının içine alarak uzun süre tuttu. Aslında
oğlanın kastettiğinin o anlama gelmediğini biliyordu.
Sadece öyleymiş gibi göstermeye çalışıyordu. Böyle bir
şeye asla cesaret edemeyeceğini düşündü. Bu gibi
durumlarda el sıkışmayla yetinemez miydiler? Kısacık
bir an ona oyun oynama isteğiyle, ‘evet kalabilirsin’
demeyi geçirdi aklından. Sadece tepkisini görmek için.
Dürüst mü davranacaktı, yoksa maskesi mi düşecekti?
Onu bir an için de olsa, kendisiyle aynı yatakta
çırılçıplak yatmaya razı olduğuna inandırmak... Hoş bir
şaka olurdu bu kuşkusuz. Onu birçok yönden tanımasını
da sağlardı, ama hemen caydı. Kafasından sildi bu
düşünceleri çünkü dürüst bir davranış değildi sonuç
olarak. Bu kadar bencil ve hesaplı olamazdı. Ondan
öylesine hoşlanıyordu ki... Hatta onu inanılmaz
derecede sevdiğini bile söyleyebilirdi. Konuya içtenlikle
baktığında, er geç, nasıl olsa o noktaya varacaklarını
görüyordu. Çırılçıplak bedenleriyle aynı yorganın altında
birlikte yatma noktasına yani... Evet, aynen böyle
hissediyordu son haftalarda, gerçekleri göz ardı etmek
için hiçbir neden yoktu.
Bir ilk olacaksa... O ilk, bu çocuk olacaktı. Ama bu gece
değil.
‘Bir başka sefere... ‘ diye düşündü ve onun gitmesine
ses çıkarmadı. Yumuşak, kaygan sentetik zeminden
kaynaklanan statik elektriği boşaltmak için elleriyle
saçlarını sıvazladı. ‘Sizi gidi erkek goriller, siz sadece
tek bir şeyi düşünürsünüz,’ diye geçirdi aklından.
“Pekâlâ,” dedi delikanlı, yüzüne hüzünlü bir düş kırıklığı
ifadesi vermeye çalışarak. Antreye çıktı. Kız da
ardından bluzunu düzelterek onu izledi.
“Annen geldiğinde çıt çıkarmaz, uyur gibi yapardın.
Burada kalabilirdim o zaman, sonra yarın sabah
erkenden, o uyanmadan usulca çıkar giderdim...” diye
son bir girişimde bulundu oğlan.
“Başka bir zaman yaparız bunu,” dedi kız, “gelecek ay
annem geceleri çalışacak, o zaman belki... “
Boyun eğer gibi başını salladı oğlan, potinlerini
giyerken bir yandan da eldivenleriyle boyun atkısını
arıyordu.
“Hay aksi, Fransızca kitabımı içeride unuttum. Sen
alabilir misin?”
Kız kitabı aldı geldi. Oğlan uzun kabanının son
düğmesini ilikledikten sonra birbirlerine sarıldılar. Kaim
giysilerin altından onu hissetti kız, sonra oğlan biraz
daha yaslandı. Beklemediği, şaşırtıcı bir baş dönmesiyle
bilinç dışına kayar gibi oldu, harika bir duyguydu bu.
Düşüşün nasıl olacağına aldırmadan kendini boşluğa
bırakıvermek gibi bir şeydi sanki. Akılla duygu, beyinle
kalp arasındaki bağlantıyı daha iyi kavradı kız ve bunun
ne denli cılız bir şey olduğunu anladı birden. Tıpkı çok
kısa bir süre önce mutfaktaki yemek masasında
oturmuş konuşurlarken, annesinin vurguladığı gibiydi.
“Akıl... “ demişti annesi ne söylediğini bilen, görmüş
geçirmiş biri olarak; “Her şey olup bittikten sonra içine
sümküreceğin bir mendil gibidir. Pek güven olmaz yani.”
Zaten kendisi de aynen bu dediklerine uygun
davranmıştı. Üç erkekle düşüp kalkmış, hiçbirini elde
tutmaya değer bulmamıştı kendince, kızının babasını
bile.
Dudaklarım sımsıkı kapattı kız ve oğlanı itip kendinden
uzaklaştırdı. Oğlan biraz incinmişti, ama yine de güldü.
“Seni seviyorum Wim,” dedi kız, “gerçekten. Ama artık
gitmen gerek, yoksa otobüsü kaçıracaksın.”
“Ben de seni seviyorum, senin saçlarını... “
“Saçlarımı mı?”
“Saçların çok güzel. Şöyle küçücük bir canlı olsam
onların arasında yaşamak isterdim.”
“Yok artık,” diye güldü kız. “Başımda bit olduğunu mu
söylemek istiyorsun?”
“Daha neler,” diye aşırı bir sırıtkanlıkla güldü oğlan,
“Şunu söylemek istiyorum, eğer senden daha önce
ölürsem, dünyaya yeniden küçücük bir canlı olarak
gelmek ve senin saçlarının arasında yaşamak isterdim.
Böylece yine birlikte olurduk.”
Kız ciddileşti.
“Ölümden böyle uluorta söz etmek doğru değil,” dedi.
“Seni çok seviyorum ama ne olur bu şekilde konuşma.”
“Özür dilerim,” dedi oğlan. “Ben onu düşünmemiştim...
“
Omuzlarını silkti kız. Bir ay önce büyükbabası ölmüştü,
daha az önce de bundan söz etmişlerdi.
“Her neyse ben seni yine de seviyorum. Yarın okulda
görüşürüz.”
“Görüşürüz, ama artık gerçekten gitmem gerek.”
“Seni otobüs durağına kadar geçireyim mi?”
Oğlan olumsuz anlamda başım sallayarak evin kapısını
açtı.
“Saçmalama canım, durak sadece yirmi metre
uzaklıkta.”
“Seni seviyorum,” dedi kız son kez.
“Seni seviyorum,” dedi az sonra ölecek olan delikanlı,
“çok seviyorum.” Kız bir kez daha ona sarıldı ve sonra
oğlan hızla merdivenlerden aşağı indi. Onu öldürecek
olan adam evini özlüyordu.
Yatağını mı özlüyordu yoksa banyo küvetini mi o da
pek belli değildi.
‘Herhalde her ikisini de,’ diye düşündü kolundaki saate
kaçamak bir bakış atarak. ‘Önce şöyle sıcacık bir
banyo, ardından yatak. Her ikisini de yapma olanağı
varken niçin sanki o mu, bu mu diye seçmeye
çalışıyorum ki?’ Ulu Tanrım, o işe yaramaz
kalpazanlarla dört saattir birlikteydi. Dört saat! Masanın
çevresindekilere şöyle bir göz attı ve içlerinden herhangi
birinin kendisininki gibi bir duygu içinde yani cam iyice
sıkkın olup olamayacağını düşündü. Hiç de öyle
görünmüyorlardı. Memnun ve tabii biraz da alkolün
etkisiyle mütebessim yüzlerinden, içinde bulundukları
ortamdan ve birlikteliklerinden hoşnut oldukları
anlaşılıyordu. ‘Yaşları kemale ermiş altı koca adam,’
diye geçirdi içinden. Makul ölçüler içinde en azından,
bakımlı ve başarılıydılar. Bay Grebner belki biraz yorgun
ve durgun görünüyordu yine sarsıntı geçirmekte olan
evliliği yüzünden olsa gerek. Belki de işyerinde bir
sıkıntısı vardı. Hatta pekâlâ her ikisi de olabilirdi.
Tamam, buraya kadar, der gibi, kararlı bir tavırla kalan
konyağını bir dikişte bitirdi. Ağzının kenarlarını peçete
ile kuruladı ve masadan kalkacakmış gibi bir hareketle,
“Gitmek zorundayım... “ diye söze başladı.
“Bu kadar erken mi?” dedi Smaage şaşırarak.
“Evet ama, bunun bir de yarını var. Hem, konuşacak ne
kaldı ki?”
“Pekâlâ,” dedi Smaage, “son bir fırt konyağa ne
dersin?”
Az sonra birini öldürecek olan adam ayağa kalktı.
“Benim her durumda... “ dedi ve cümlesinin sonunu
kasten getirmedi. “Beyler size iyi geceler diliyorum,
daha fazla oturmayın ve karamsar düşüncelere de
dalmayın.”
“ Şerefine,” dedi Kuijsmaa.
“Sağlığınıza dostlar,” dedi Lippmann.
Çıkışta, fuayede, birdenbire her şeye karşın oldukça
tatmin edici bir akşam geçirmiş olduğunu hissetti.
Paltosunu giymekte epeyi zorlandı, ama vücudu
dövmeli atletik vestiyer görevlisi bir zahmet bankonun
arkasından çıkarak giyinmesine yardım edince, o
güçlüğü de atlattı. Neredeyse elle tutulur bir rahatsızlık
duymuştu bundan. Telaşla birkaç basamak merdivenle
inilen çıkışa, gecenin zindelik veren serinliğine doğru
seğirtti.
Yağmur sanki havada asılı kalmıştı. Parlayan siyah
parke taşlar, kısa bir süre önce bir sağanağın gelip
geçtiğine tanıklık ediyordu. Hava öyle gergindi ki her an
yeni bir yağış beklenebilirdi. Boyun atkısını bağladı,
ellerini ceplerine soktu ve Zwille’den dolaşarak
arabasını park ettiği Grote Meydanı’na doğru yürümeye
başladı. ‘Küçük bir gezinti hiç de fena olmayacak,’ diye
düşündü. ‘Birkaç yüz metrelik bir yürüyüş bile insanın
zihnini açmaya yetiyor, bu da bazen gerekiyor işte.’
Aydınlık girişinin önünden geçtiği sırada Boodwick
Süpermarket ’in saati henüz on biri yirmi geçeyi
gösteriyordu, ama Ruyders Meydanı unutulup terk
edilmiş bir mezarlık gibi karanlıklar içindeydi.
Langgraacht’a geldiğinde sis basmaya başladı ve
Eleonora Köprüsü’nden geçerken birkaç kez ayağı
kaydı. Hava sıcaklığı sıfır derece civarına kadar düşmüş
olsa gerekti. Arabasını kullanırken daha dikkatli olması
gerektiğini düşündü. Yollardaki buzlanma ve kandaki
alkol, çok riskli bir bileşim oluşturuyordu. Kısa bir an
aklından bir taksi çevirmeyi geçirdi, ama ortalıkta bir
tane bile göremeyince bu düşüncesinden vazgeçti.
Zaten ertesi sabah arabaya ihtiyacı vardı, böyle olunca
onu bütün bir gece Grote Meydanı’nda bırakmak akıllıca
bir iş olmazdı. O pahalı güvenlik alarmım henüz yeni
taktırmıştı ama bu işlerin nasıl olduğunu da bilirdi. El
becerisi sahibi iki hırsızın arabayı açıp içinden stereo
radyoyu sökerek kimselere yakalanmadan basıp gitmesi
işten bile değildi. Her nasıl yaptıysa, bu gereksiz ve
zorlama ayrıntılardan kendini kurtardı, Kellner
Caddesi’ne saptı. Daha önce de birkaç kez alkollü
araba kullanmıştı. Bir veya iki defa, ama hiçbirinde bir
sorun çıkmamıştı. Meydanın öbür tarafında park ettiği
kırmızı renkli Audi’sine doğru kestirmeden yürürken,
gece boyunca kaç kadeh içtiğini hesaplamaya çalıştı.
İşin içinden çıkamayınca bunu düşünmekten vazgeçti.
Arabanın kapısını uzaktan kumandayla açıp
direksiyonun başına oturdu. Ağzına birkaç nane şekeri
attı, motoru çalıştırdı, arabasını sürerken bir yandan da
az sonra yapacağı köpük banyosunu düşünmeye
başladı. Okaliptüs kokulu köpükte karar kıldı. Saatine
baktı. On bir buçuğu iki dakika geçiyordu.
Delikanlı, yaya kaldırımından caddeye adımını attığı
anda yanından hızla bir otobüs geçti. Önce ani bir
refleksle kolunu kaldırdı ve otobüsü durdurmaya çalıştı;
sonra ağız dolusu küfretti ve hafif yokuşu tırmanarak
üniversiteye doğru uzaklaşan otobüsün arka