Table Of ContentKANLI HASAT
Dashiell Hammett
MİLLİYET YAYIN LTD. ŞTİ. YAYINLARI
KARA DİZİ
Yayın hakkı (Copyright) : Milliyet Yayın Ltd. Şti. Birinci
baskı: Mayıs 1972
Bu kitap ÖZAYDIN Matbaasında dizilip basılmıştır.
DASHIELL HAMMETT
Türkçesi: Sanem İNAN
Milliyet YAYINLARI
BİRİNCİ BÖLÜM
YEŞİL ELBİSELİ KADIN ve GRİ KOSTÜMLÜ ADAM
PERSONVİLLE'E 'Zehirşehri' denildiğini ilk defa Butte'da,
Hickey Dewey adında, kırmızı saçlı bir sarhoştan
duymuştum. O zaman bunun anlamını kavrayamamıştım.
Sonradan bu adı başkalarından da duydum fakat üstünde
durmadım. Birkaç yıl sonra Zehirşehri'ne gittim ve her şeyi
öğrendim.
İstasyondan Herald gazetesine telefon açtım ve Donald
Willsson'u istedim. Kendisine, Personville şehrine gelmiş
olduğumu bildirdim.
"Bu akşam onda gelsenize." Adamın canlı, kulağa hoş
gelen bir sesi vardı. "Adresim, Mountain Caddesi: 2101
Broadway'e giden arabalardan birine binin, Laurel caddesinde
inin, soldaki apartman bloklarından sonra... "
Geleceğime dair söz verdim. Sonra Büyük Batı Oteli'ne
gittim, bavullarımı bıraktım, dışarıya, şehri gezmeye çıktım.
Giizel bir şehir değildi. Yapıcıları gösterişe kaçmışlardı.
Belki ilk başlarda bu gösteriş fena durmamıştı ama şimdi bir
tip kirli renge boyalıydılar. Buna sebep, sıkıntı verici, bir
dağın yamacına kurulmuş maden ocaklarından tüten sarı
dumandı. Sonuç olarak, madencilerin oyarak çirkinleştirdiği
iki dağın arasına yerleşmiş çirkin bir şehirdi. Şehrin yerleşme
yeri olan bu dağların arasındaki dar geçitin göğü bile maden
arıtma fırınlarından çıkmışçasına kirli ve soluk renkliydi.
ilk rastladığım polis memurunun bir sakal tıraşına ihtiyacı
vardı. 'İkincisinin, eski püskü üniformasında birkaç düğme
eksikti. Üçüncüsü, şehrin ana kavşağında, —Broadway'le
Union caddesinin arasında— dudağının köşesine sıkıştırmış
olduğu puro ile trafiğe yön veriyordu. Bunu da gördükten
sonra incelemekten vazgeçtim.
Saat dokuzbuçukta Broadway'e giden arabalardan birine
bindim ve Donald Willsson'un yol tarifine uydum. Blokların
ötesindeki, etrafı çitle çevrili otların içinden yükselen eve
vardım.
Kapıyı açan hizmetçi kız bana Bay Willsson'-un evde
olmadığını söyledi. Ona Bay Willsson'la randevumuz
olduğunu anlatmaya çalışırken, otuz yaşlarında, kreplere
bürünmüş sarışın bir kadın kapıya yaklaştı. Gülümsemesi bile
mavi gözlerindeki donuk ifadeyi değiştirmedi. Durumu ona
da anlattım. "Kocam şu anda evde değil. Fakat mademki sizi
bekliyordu, biraz sonra gelecektir."
Beni yukarı kata, Laurel caddesine bakan bir odaya çıkarttı.
Odaya kahverengi ve kırmızı renkler hâkimdi; her taraf
kitapla doluydu. Deri koltuklara gömüldük. Yüzlerimizin
yarısı birbirimize, yansı da odunların yandığı şömineye
dönüktü. Sarışın kadın, benim kocasıyla olan ilişkimi
öğrenmeye hazırlandı, ilkönce genel bir soru sordu:
"Personvılle'de mi yaşıyorsunuz?"
"Hayır. San Francisco'da."
"Yoksa buraya ilk defa mı geliyorsunuz?"
"Evet, ilk defa."
"Öyle mi? Nasıl, şehrimizi beğendiniz mi bari?"
"Henüz pek fazla tanımıyorum." Yalan söylüyordum.
Tanımıştım. "Bu öğleden sonra geldim."
Kadının araştıran gözleri, bir an için parıltısını yitirdi.
"Burasını çok sevimsiz bulacaksınız." Sonra tekrar meraklı
araştırmaya başladı. "Sanırsam, bütün maden şehirleri böyle;
sizin madencilikle bir ilginiz mi var?"
"Şimdilik yok."
Kadın, şömine rafının üstündeki saata baktı ve bana döndü:
"Donald'ın, sizi gecenin bu saatında buraya getirtmesi
sonra da böyle bekletmesi düşüncesizlik."
Beklememin benim için bir sakıncası olmadığını söyledim.
"Belki de görüşeceğiniz iş konusu değil," diye
ortaya bir fikir atmaya çalıştı. Hiçbir şey söylemedim.
İğneleyici bir kahkahayla güldü. Sonra neşeyle açıkladı:
"Ben her zaman böyle meraklı değilimdir ama, o kadar
esrarlı bir haliniz var ki, merakımı yenemedim. İçki kaçakçısı
değilsiniz değil mi? Donald onları çok sık değiştirir de!"
Kadına, istediği anlama çekebileceği bir gülümseme
sundum.
Aşağıda telefon çaldı. Bayan Willsson, yeşil terlikli
ayaklarını şömineye doğru uzattı ve bu sesi duymazlıktan
geldi. Buna niçin lüzum gördüğünü bilmiyordum.
Konuşmaya başladı:
"Korkarım benim..." Ve gözü kapıda behren hizmetçiye
takıldı.
Hizmetçi, Bayan Willsson'un telefondan istendiğini
bildirdi. Kadın, benden özür dileyip, hizmetçiyi izledi, fakat
aşağıya inmedi, yukarı kattaki paralelden konuştu.
Söylediklerini duydum:
"Buyrun, Bayan Willsson konuşuyor... Evet... Affedersiniz,
anlayamadım... Kim?... Biraz daha yüksek sesle konuşamaz
mısınız?... Ne?... Evet... Evet... Alo!... Kimsiniz?... Alo! Alo!"
Ahize yerine kondu ve ayak sesleri koridorda duyuldu.
Bir sigara yaktım ve basamaklardan aşağıya inen ayak
sesleri duyana kadar yerimden kıpırdamadım. Sonra
pencereye gittim, perdeyi araladım ve kapısı Laurel caddesine
çevrik, beyaza boyalı, dört köşe garaja baktım.
Çok geçmeden, evden garaja doğru koşan koyu renk bir
palto ve şapka içinde, genç, ince yapılı bir kadın, görüş
alanına girdi. Bu, Bayan Willsson'du. Spor bir Buick
kullanarak gözden kayboldu. Tekrar koltuğuma döndüm ve
beklemeye başladım.
Üç çeyrek saat geçti. Onbiri beş geçe bahçeden acı fren sesi
duyuldu. İki dakika sonra Bayan Will-sson odaya girdi. Şapka
ve paltosunu çıkarmıştı. Yüzü bembeyaz, gözleri buğuluydu.
"Çok affedersiniz," derken yüzünde sert bir çizgi meydana
getiren dudakları titriyordu. "Boşuna beklemişsiniz, kocam
gelmeyecek."
Ona, kocasını ertesi sabah Herald'den arayacağımı
söyledim.
Sol ayağındaki yeşil terliğin uç kısmı dikkatimi çekti, kan
gibi ıslak, yapışkan bir şeye bulaşmıştı. Bunu, kendi kendime
tartarak evden uzaklaştım. Broadway'e kadar yürüdüm sonra,
bir arabaya atladım. Belediye binasının önündeki kalabalığı
merak ederek, otelime üç sokak kala arabadan indim.
Otuz, kırk kadar erkek ve bir grup kadın, üstünde Polis
Şefliği yazan bir kapıya bakıyorlardı. Kalabalıkta madenciler,
tulumlarıyla ocaklarda çalışan işçiler, bilardo ve dans
salonlarının süslü oğlanları, renksiz yüzlerine çekidüzen
vermeye çalışmış parlak kostümlü adamlar, "namuslu koca'
bakışı taşıyan adamlar, yine sıkıcı namusluluklarıyla birkaç
kadın ve ayrıca gece kadınları vardı.
Buruşuk, gri renkte kostümlü, topluluğun dışında kalmış,
geniş omuzlu adama yaklaştım. Adamın yüzü de gri
renkteydi. Oysa daha ancak otuzunda olduğu belliydi. Yüzü
geniş, sert çizgili ve zeki ifadeliydi; yalnız dudakları da gri
renkteydi. Boynunda, pamuklu gri elbisesinin içinden bir gül
gibi açılmış kırmızı renkte bir Windsor kravat vardı.
"Patırtı ne?" diye sordum.
Karşılık vermeden önce beni dikkatle inceledi. Haberin
emin ellere gidip gitmeyeceğini araştıran bir hali vardı.
Elbisesi gibi gri renkte fakat o kadar yumuşak olmayan
gözlerini gözlerime dikti.
"Don Willsson, Allah'ın sağ elinin üstüne oturmaya gitmiş;
tabii Allah, kurşun deliklerini seyretmekten şikâyet etmezse."
"Kim atmış kurşunlan?"
Gri renkteki adam ensesini kaşıdı ve:
"Elinde tabanca taşıyan birisi," dedi.
Benim bilgiye ihtiyacım vardı soğuk şakaya değil. Eğer
kırmızı kravat beni ilgilendirmemiş olsaydı şansımı
topluluğun başka bir üyesinde denerdim.
Açıklamaya başladım:
"Ben bu şehrin yabancısıyım, alayı bırakın da doğru dürüst
anlatın şunu, zaten biz yabancılarla hep alay edilir."
"Donald Willsson, Sabah ve Akşam Herald'inin sahibi ve
yayın müdürü, biraz önce Hurricane caddesinde, bilinmeyen
kimselerce kurşunlanarak öldürülmüş," diye bir şarkı
mırıldanır gibi çabuk çabuk anlattı; "Sizi kırmamı
önleyebildim mi?" "Teşekkür ederim."
Parmağımı uzattım ve kravatına dokundum. "Bir şey ifade
ediyor mu, yoksa öylece mi taktınız?" "Ben, Bili Quint'im."
"Mutlaka!" Adını düşünüyordum. Birden patladım; "Hey
sizinle tanıştığıma memnun oldum."
Elimi kartvizit çantama daldırdım ve bazı yollarla oradan
buradan ele geçirdiğim kırmızı kimlik kartlarından bir
tanesini koleksiyonumdan çekip çıkarttım. Elimdeki kart beni,
Henry F. Neill, denizci, Dünya Sanayi İşçileri'nin güvenilir
bir üyesi olarak tanımlıyordu. Bunda bir tek gerçek payı bile
yoktu.
Kartı, Bili Quint'e uzattım. Adam dikkatle kartın önünü ve
arkasını okudu. Beni tepeden tırnağa süzdü.
"İsterseniz gidelim, adam nasıl olsa daha fazla ölecek
değil."
"Ne yana gidiyorsunuz?" diye sordum. "Neresi olursa."
Birlikte, caddeden aşağıya doğru, yürüdük, bir köşeyi
döndük.
"Peki, eğer denizci iseniz sizi buraya getiren ne?" diye
sordu.
"Nasıl oldu da bu duyguya kapıldınız?"
"Kart var ya."
"Benim bir kurt olduğumu ispatlayacak bir başka kart daha
var bende. Yok eğer madenci
olmamı istiyorsanız, onu belirleyecek kartı yarın
çıkartabilirim."
"Çıkartamazsınız, bu işleri burada ben yönetirim."
"Peki, ya Chicago'dan bir telgraf alırsanız?" diye sordum.
"Chicago yerin dibine batsın! Burada bu işi ben yönetirim."
Başıyla bir lokantayı işaret etti, "İçki?"
"Bulabildiğim sürece içerim."
Lokantaya girdik, birkaç basamak çıkıp dar ikinci kat
salonuna geldik. Bir bar ve bir sıra masa vardı. Bill Quint,
bardaki ve masalardaki genç kız ve erkeklerle selâmlaştı.
Beni, barın karşısına düşen, yeşil perdeyle örtülü bölmelerden
birine soktu.
Viski içerek ve konuşarak iki saat geçirdik. Gri renkteki
adam, benim sahibi bulunduğum kartları nasıl olup da elime
geçirdiğime şaşıyordu. 'Personville pis işler şefi' olarak beni
sorguya çekmeyi kendisine görev bildi, işini küçümseyişime
dayanamıyordu.
Description:Personville şehrine Personville zehri dendiğini ilk kez Butte'da, Koca Şilep barında, Hickey Dewey adlı kızıl saçlı bir bitirimden işitmiştim. Kaşık diyeceği yerde de kazık derdi. Personville'in adına getirdiği yorumu pek umursamamıştım o zamanlar. Daha sonraları, Ş'leriyle Z'l