Table Of Contentİlerlemenin Kısa Tarihi
Ronald Wright
Çeviren: Zarife Biliz, Barış Baysal
Versus Yayınları 2007
1. Gauguin’in Soruları
1
2. Büyük Deney
19
3. Budala Cenneti
35
4. Piramit Şemaları
52
5. Aletlerin Başkaldırısı
70
Dipnotlar
88
Annem Shirley Phyllis Wright’a
Uzun zaman önce...
Hiç kimse tarlaları sabanla deşmezdi
Toprağı sınırlara bölmezdi hiç kimse
Ve suları kürekle yarmazdı
Kıyı dünyanın sonuydu.
Ah doğuştan zeki insan, buluşlarının kurbanı
Öyle korkunç ki yaratıcılığın,
Ne işe yarar şehirleri çevreleyen şu yüksek duvarlar
Ve niye savaşmak için silahlar?
6
1
Gaûguin’in Soruları
Çoğu anlatıda deli, hastalıklı ve tehlikeli biri diye bahsedilen Fransız
ressam ve yazar Paul Gauguin, Darwin’in ve diğer Viktorya dönemi bilim
adamlarının sebep olduğu kozmolo jik bir baş dönmesinden ciddi biçimde
acı çekmekteydi.
1890’larda, tropik ülkelerde yaşayan yerli kızların resimleri ni yapmak (ve
onlarla yatmak) için Paris’ten, ailesinden ve borsa simsarlığı işinden ayrıldı.
Rahatsız bir ruha sahip pek çok kişi gibi, alkol ve afyonun yardımıyla dahi
kendisinden kaçması hiç de kolay olmadı. Huzursuzluğunun altında, kend-
isinin “vahşi” olarak tanımladığı şeyi -ezeli erkeği (ve kadını), insanlığın
uygarlaşmamış halini ve türümüzün ele geçmesi zor özünü- bulma arzusu
yatıyordu. Bu arayış onu sonunda Tahiti ve diğer Güney Denizi adalarına
sürükledi; burada, Hıristiyanlık haçının ve Fransız bayrağının ötesinde el
değmemiş bir dünyanın izlerini -onun gözünde burası gü nahsız bir dünya
idi- bulacaktı.
1897’de korkunç haberler taşıyan bir buharlı Tahiti’ye (s. 1) yanaştı.
Gauguin’in en sevgili çocuğu Aline ansızın zatürree den ölmüştü. Hastalık,
yoksulluk ve intiharı düşündürecek denli umutsuzluk dolu aylar süren bir
dönemin ardından sa natçı, kederini oldukça büyük bir resme taşıdı. Tu-
valden1 çok bir duvar resmine uygundu konu ve aynen Viktorya dö nemi
gibi, varoluş bilmecesine yeni yanıtlar arıyordu. Res min üstüne iri har-
flerle, çocuksu, basit ama derin üç soru ya zılmıştı: “D’Où Venons Nous?
Que Sommes Nous? Où Allons Nous?” Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye
gidiyoruz?
Resimde, putperest Tahiti’nin veya kural tanımaz bir Cennet Bahçesi’nin
korulukları olabilecek bir sahnenin ortasında, esrarengiz figürlerin sere
serpe yayıldığı bir manzara resme dilmişti: Dua edenler veya tanrılar; kedil-
er, kuşlar, dinlenen bir keçi; yüzünden dinginlik okunan büyük bir put ve
ötele re işaret eden yukarı kalkmış eller; ortada meyve toplayan bir figür; ve
1
resimdeki diğer kadınlar gibi masum görünme yen, Perulu bir mumyanın de-
lici bakışlarına sahip bir koca karı olarak betimlenmiş olan Havva, insanlığın
anası. Resim deki bir başka figürse, sanatçının deyişiyle “kaderleri üzeri ne kafa
yormaya cüret eden” genç bir çifte şaşkınlık içinde dönüp bakmaktadır.2
Ben bu kitapta bilhassa Gauguin’in üçüncü sorusu -Nereye gidiyoruz?-
üzerinde durmak istiyorum. Bu soru yanıtsızmış gibi görünebilir. Kim
insanoğlunun zaman içindeki seyri hakkında kehanette bulunabilir? Bence
ilk iki sorunun yanı tını bularak bu soruya genel bir yanıt verebiliriz. Ne
olduğu muzu ve ne yaptığımızı açıkça görebilirsek, çağlar ve kültür ler içinde
sürüp giden insan davranışını açıklayabiliriz. Bu nu bilmek bize ne yapmak
üzere olduğumuzu ve nereye git tiğimizi anlama fırsatı verir. (s. 2)
Öncellerini de kapsayan uygarlığımız, geleceğe doğru hızla yol almakta
olan büyük bir buharlı gemidir. Şu anda daha önce olmadığı kadar hızlı
ve yüklüdür. Önümüze çıkan tüm kayalıkları ve tehlikeleri önceden göre-
meyebiliriz ama pusu lasını ve rotasını okuyarak, tasarımını, seyir defterini
ve mü rettebatının ne kadar becerikli olduğunu anlayarak dar geçit ler ve buz
dağları arasında akıllıca bir seyir izleyebiliriz.
Bunu vakit geçirmeden yapmak zorundayız çünkü geride bı raktığımız çok
sayıda gemi enkazı var. Şu anda içinde bulun duğumuz tekne tüm zamanların
en büyük teknesi olmakla kalmıyor, o aynı zamanda elimizde kalan yegâne
tekne. Ze kâmız evrim geçirdiği için şimdiye dek elde edebildiklerimi zin
geleceği, önümüzdeki birkaç yıl içinde yapacaklarımızın hikmetine bağlı.
Diğer tüm canlılar gibi insanoğlu da yolunu deneme yanılma yoluyla çizdi.
Ama diğer canlılardan farklı olarak varlığımız öyle muazzam bir hal aldı
ki, artık hata yapma lüksüne sahip değiliz. Dünya hatalarımızı mazur gö-
rebilecek kadar büyük değil artık.
Yirminci yüzyılın belli başlı olaylarına karşın, Batı kültürü geleneğinde
pek çok insan hâlâ Viktorya dönemi ilerleme idealine inanıyor. Bu inanç
1968’de tarihçi Sidney Pollard ta rafından kısaca şu şekilde ifade edilmişti:
“İnsanlık tarihinde bir değişim modelinin olduğu varsayımı... buna
göre önlenem ez değişimler yalnızca tek bir yönde olmaktadır; bu yön de
gelişmeye doğrudur.”3 Böyle bir düşünceyi ortaya atabilecek olan canlının
dünya üzerinde ortaya çıkışı, ilerlemenin bir doğa yasası olduğunu göster-
ir: Memeli sürüngenden daha hızlıdır, şempanze öküzden daha kurnazdır
ve insan hepsi nin en zekisidir. Teknolojik kültürümüz insanlığın (s. 3) il-
erlemesini teknolojiyle ölçmektedir. Sopa yumruktan daha etkilidir; ok so-
2
padan, kurşun da oktan daha iyidir. Deneysel sebepler le bu inanca sahip
oluruz; çünkü istenen sonuç alınmıştır.
Pollard maddi ilerleme fikrinin yeni bir kavram olduğunu söylemekte-
dir: “Yaklaşık son üç yüz yılda önem kazanmış tır.”4 Ortaya çıkışı, bilim ve
endüstrinin gelişmesi, buna mu kabil geleneksel inançların kan kaybetmesi-
yle örtüşmektedir.5 Eski zamanların başta gelen kaygılarından biri olan ah-
laki gelişmeden, maddi gelişmeyle ilgili olmadıkça artık hiç bahsetmiyoruz.
Uygar insanların barbarlardan ve vahşiler den hem daha iyi koktuğunu hem
de daha iyi davrandığını düşünmeye eğilimliyiz. Bu kanı tarih sahnesinde bi-
raz so runlu duruyor; bir sonraki bölümde, “uygarlığın” ne demek olduğuna
kafa yorarken bu meseleye tekrar döneceğim.
İlerlemeye olan fiili inancımız dallanıp budaklanmış ve bir çeşit ideolo-
jiye dönüşmüş durumda. O artık -ilerlemenin mücadele ettiği bütün dinler
gibi- seküler bir dindir ve itimatnamesindeki kusurlarına gözü kördür. Buna
bağlı ola rak, ilerleme antropolojik anlamda bir “mit” olmuştur. Bu nunla
dayanaksız veya yanlış bir inanç olduğunu söylemek islemiyorum. Başarılı
mitler güçlü dayanaklara sahiptir ve genellikle de kısmen doğrudur. Başka
bir yerde söylediğim gibi “Mit, gerçek ya da kurmaca olsun, bir kültürün en
de rin değerlerini ve emellerini destekleyen örüntülerle geçmi şin bir düzen-
lemesidir... Mitler öyle anlamlarla yüklüdürler ki, hepimiz onlarla yaşar ve
onlarla ölürüz. Onlar çağlar için de kültürlere yol gösteren haritalardır.”6
İlerleme mitinin bize iyi hizmet ettiği zamanlar da olmuştur -en azından
iyi masalarda oturanlarımıza- ve bundan sonra (s. 4) da işimize yarayabi-
lir. Ancak ben bu kitapta ilerlemenin ay nı zamanda çok tehlikeli bir hale
dönüştüğünü öne sürece ğim. İlerlemenin, aklın ötesine geçip, felakete
sürükleyebile cek içsel bir mantığı vardır. Başarılarının baştan çıkarıcı izler i
bir tuzakta son bulabilir.
Örneğin, silahları ele alalım. Çinlilerin barutu icat ettiği za mandan bu
yana, fişekten topa, mancınıktan füzeye, patlayı cı yapımında çok fazla iler-
leme sağlanmıştır. Tam yüksek patlayıcılığa sahip maddelerde mükemmelliğe
ulaşıldı der ken, ilerleme sayesinde atomdaki en büyük patlayıcı keşfe dildi.
Ancak bununla elde ettiğimiz patlama dünyamızı da havaya uçuracağı için
biraz fazla ileri gitmiş olduk.
Atom bombasını yapan kimi bilim insanları 1940’larda bu nun farkına
vardılar ve hem politikacıları hem de diğer in sanları yeni silahların imha
3
edilmesi gerektiği konusunda uyardılar: “Atomun sınırsız gücü, düşünme
biçimimizi belir leyen her şeyi değiştirdi,” diyordu Albert Einstein, “ve böy-
lece görülmedik felaketlere sürüklendik.” Birkaç yıl sonra Başkan Kennedy
şöyle diyecekti: “Eğer insanlık savaşa son vermezse, savaş insanlığa son
verecektir.”
1950’lerde ben bir çocukken, silah sanayindeki aşırı ilerleme -Hiroşima,
ve buhar olup uçan Pasifik Adaları- çoktan dün yayı sarmıştı. Bugün yaklaşık
altmış yıldır bu gelişmeler ha yatımızı karartmaya devam etmekte ve bu kon-
uda öyle çok şey söylendi ki üstüne yeni şeyler eklemeye lüzum yok.7 Be-
nim vurgulayacağım nokta şudur: Silah teknolojisi henüz, üzerinde geliştiği
gezegeni yok etme tehdidiyle açmaza giren ilk ilerleme alanıdır. (s. 5)
Bugün, bu ilerleme tuzağı bir sapma olarak görülmektedir. Nükleer güç
ve kimyasal böcek ilaçları da dahil olmak üzere tüm diğer sahalarda, ilerlem-
eye olan genel inanç büyük oranda sarsılmamıştır. 1950’lerin reklâmlarında,
doğru mar ka elektrikli süpürgeyi almış olan mutlu “Bayan 1970”, gele ceğin
keyfini önceden çıkarmaktadır. Her yılın arabası bir önceki yıl üretilenden
daha iyi görünmektedir (özellikle de öyle değilse!). “Daha Büyük! Daha
Geniş! Daha Uzun!” diye bağıran kızların olduğu reklâmlar, daha büyüğünü
satmanın daha iyi olduğunu kastetmektedir. Köylüler -Üçüncü Dün ya ülke-
lerindeki adıyla- DDT’yi bol bol saçarak haşarattan kurtulmuştur; Batılı
olmayan kültürün, “geri kalmışlık” an dacı olarak görülen, iplikleri birbir-
ine dolaşmamış gergefi bugün süper güçler arasında parçalanmaktadır.
Kapitalistle rin ve komünistlerin vaat ettikleri sınırsız ve sonsuz ilerlem eden
başka bir şey değildir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması pek çok kişinin, bundan böy le artık ilerle-
menin gerçekten tek bir yönünün olacağı sonu cuna varmasına yol açmıştır.
Eski bir ABD devlet görevlisi olan Francis Fukuyama, 1992’de, kapitalizm ve
demokrasi nin tarihin “sonu” olduğunu açıklamış; bunun bir kader de ğil he-
def olduğunu da eklemiştir.8 Kimi şüpheciler ise Nazi Almanyası’nı, modern
Çin’i ve ucuz işgücü deposu olan ta kımada diktatörlüklerini örnek vererek
kapitalizm ile de mokrasinin ayrılmaz bir ikili olmadığını belirtmişlerdir.
Fukuyama’nın ilan ettiği erken zaferle özellikle sağ kesimde, doğru yolu
bulamayanların kendi iyilikleri için o yola -gere kirse zorla- sevk edilmeleri
gerektiği inancı güçlenmiştir. Hem bu açıdan, hem de kişisel çıkarlarını
gözden saklaması bakımından mevcut ilerleme ideolojisi, geçmişteki impara-
torlukların yayılmacı hedefleriyle benzeşmektedir; yedinci (s. 6) yüzyılda
4