Table Of Contentİçindekiler
Birinci Bölüm: İhsan
I
II
III
IV
V
VI
VII
İkinci Bölüm: Nuran
I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
Üçüncü Bölüm: Suat
I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
Dördüncü Bölüm: Mümtaz
I
II
III
IV
V
VI
Birinci Bölüm
İhsan
1
Mümtaz,  ağabeyi  dediği  amcasının  oğlu  İhsan'ın
hastalandığından  beri  doğru  dürüst  sokağa  çıkmamıştı.
Doktor  çağırmak,  eczaneye  reçete  götürüp  ilaç  getirmek,
komşunun  evinden  telefon  etmek  gibi  şeyler  bir  tarafa
bırakılırsa, bu haftayı hemen hemen ya hastanın başı ucunda,
yahut  da  kendi  odasında,  kitap  okuyarak,  düşünerek,
yeğenlerini avutmağa çalışarak geçirmişti. İhsan iki gün kadar
ateşten,  halsizlikten,  arka  ağrılarından  şikayet  etmiş,  sonra
birdenbire zatürree fevkaladelik halini ilan etmiş, evin içinde
korkudan, telaştan, üzüntüden, bir türlü ağızlardan düşmiyen
ve bakışlardan eksilmiyen temennilerden saltanatını, o yıkım
psikolojisini kurmuştu.
Herkes,  İhsan'ın  hastalığının  verdiği  üzüntü  ile  uyuyor,
onunla uyanıyordu.
Bu  sabah,  tren  düdüklerinin  büsbütün  başka  korkularla
kanattığı  uykusundan,  Mümtaz  gene  bu  üzüntü  ile  uyandı.
Saat  dokuza  yaklaşıyordu.  Bir  müddet  yatağının  kenarına
oturup düşündü.
Bugün yapacak bir yığın işi vardı. Doktor onda geleceğini
söylemişti;  fakat  onu  beklemeğe  mecbur  değildi.  Herşeyden
evvel  bir  hastabakıcı  bulmak  zorunda  idi.  Ne  Macide,  ne
yengesi -İhsan'ın annesi- hastanın başı ucundan ayrılmadıkları
için, çocuklar haraptılar.
İhtiyar  hizmetçi,  Ahmet'le  şöyle  böyle  meşgul  olabilirdi.
Fakat  Sabiha  ile  adamakıllı  uğraşıcak  birisi  lazımdı.  Onun
herşeyden  evvel  konuşacak  insana  ihtiyacı  vardı.  Mümtaz,
bunu  düşünürken,  küçük  yeğeninin  hallerine  içinden
gülümsedi.  Sonra,  eve  döndüğünden  beri,  akrabasına  karşı
olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: 
-Acaba,  hep  alışkanlık  mı?  Hep  yanımızdakileri  mi
seviyoruz? dedi.
Bu  düşünceden  kurtulmak  için  tekrar  hastabakıcı
meselesine döndü. Macide'nin sıhhati de öyle düzgün değildi.
Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu.
Biraz fazla üzüntü, yorgunluk, onu yeniden bir gölge haline
getirebilirdi.
Evet, gidip, bir hastabakıcı bulmalıydı. Öğleden sonra da o
kiracı denen derde uğraması lazımdı.
Elbisesini giyinirken,
-İnsan denen bu saz parçası, diye birkaç defa tekrarladı. 
Çocukluğunun  mühim  bir  devrinde  çok  yalnız  kalan
Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi.
-Ve hayat dediğimiz çok ayrı şey.
Sonra  zihni  tekrar  küçük  Sabiha'ya  gitti.  Küçük  yeğenini
sade  eve  döndüğü  için  sevdiğini  düşünmek  hoşuna
gitmiyordu. Hayır; ona doğduğu günden beri bağlıydı. Hatta
doğuşunun şartları düşünülürse, ona karşı minnettardı da. Pek
az  çocuk  bu  kadar  zamanda  bir  eve  teselli  ve  sevinç
getirebilirdi.  Mümtaz,  üç  gündür  bu  hastabakıcının  peşinde
idi.  Bir  yığın  adres  almış,  telefonlar  etmişti.  Fakat  bizim
memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir.
Biraz  sabırla  her  şey  ayağınıza  gelir.  Mesela  İhsan  iyi
olduktan  altı  ay  sonra  bile  bir  iki  hastabakıcı  mutlaka  onu
arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman...
İşte hastabakıcı meselesi böyleydi. Kiracıya gelince...
Kiracı  meselesi  büsbütün  başka  bir  dertti.  İhsan'ın
annesinin  bu  küçük  dükkanını  tuttuğu  günden  beri
beğenmemiş, hor görmüştü. Fakat şöyle bir on iki senedir de
çıkmayı  aklına  getirmemişti.  Bu  adamcağız  iki  haftadır  üst
üste  haberler  gönderiyor,  beyefendilerden  birinin  veya
hanımefendinin behemehal teşrif etmelerini rica ediyordu.
Bu, evcek inanılmayan bir hadise idi. Hasta bile, humma ve
sancılar içinde buna şaşıyordu. Çünkü ev halkı, kiracılarının
biricik  vasfının,  görünmemek,  gizlenmek,  aranmazsa,  hatta
arandığı  zamanlarda  bile  mümkün  mertebe  geç  ve  güç
meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi.
Birkaç seneden beri kontratı yenilemek, kiraları almak gibi
işleri yüklenen Mümtaz, onu hatta dükkanında ve karşısında
iken bile görmenin ne kadar güç olduğunu bilirdi. Daha, genç
adam  dükkana  girer  girmez  siyah  gözlüğünü,  bir  kudret
tılsımı,  büyülü  bir  silah  gibi  gözlerine  takar,  bu  cam  perde
arkasında  adeta  görünmez  olur,  oradan  piyasanın
durgunluğunu, hayatın ağırlığını, devlet memuriyetinde belli
bir  gelirle  çalışanların  saadetini  anlatır,  memurluğu  bırakıp
da,  Elkasibü  Habibullah  hadisine  uyduğu  için,  -evet,  sırf
bunun için, Peygamber'in bu sözüne, bildiği halde riayetsizlik
etmemek  için  ticarete  başlamıştı-  kendisine  kızar,  dövünür,
nihayet:
-Beyefendi,  vaziyeti  biliyorsunuz,  şimdilik  kabil  değil;
hanımefendiye  arz-ı  tazimat  ederim.  Bana  birkaç  gün  daha
mühlet versinler. O bizim mal sahibimiz değil, velinimetimiz
oldu. İnşallah on beş gün sonra uğrarlarsa hem teşerrüf etmiş
oluruz,  hem  de  bir  parça  şey  takdim  ederim,  diye  işi
müpheme bağlar; fakat genç adam kapıdan çıkarken, yaptığı
vaadin  büyüklüğünden  ürkmüş  gibi  sesi  titreyerek;  -on  beş
günde  de  kabil  olur  mu  bilmem  ki...  -  diyerek  tekrar  söze
başlar  ve  -mümkünse  hiç  gelmesin,  hiçbiriniz  gelmeyin,  ne
diye geleceksiniz sanki! Bu çürük binada, bu acayip kafeste
oturduğum yetmiyormuş gibi, bir de size para mı vereceğim-
diyemediği  için,  -daha  iyisi  aybaşına  doğru,  hatta  gelecek
ayın  ortasında  teşrif  buyursunlar-  ricasıyle,  bu  mülakatı
gerilere, çok uzak zamana atmağa çalışırdı.
Bu sefer, bu aranmaktan, yoklanmaktan hoşlanmıyan adam,
üst üste haber gönderiyor, hal hatır soruyor, hanımefendinin,
olmazsa  beylerden  birinin  behemehal  gelmelerini,  kendisini
görmelerini  istiyor,  dükkanın  arkasında  eski  konağın
müştemilatından olan bakımsız kısımla üstündeki iki oda için
konuşacağını, kontratın geciktiğini söylüyordu. Buna şaşmağa
hakları vardı.
İşte  Mümtaz,  o  gün  öğleden  sonra  da  her  ay  istemeye
istemeye,  alacağı  cevabı  ezberden  bildiği  için,  uğramaktan
çekindiği yere gidecekti, Fakat bu sefer iş farklı idi. Yengesi
dün akşam, 
-Mümtaz, git şu adamı görüver,diye kendisine tenbih ettiği
zaman,  İhsan,  annesinin  arkasından  -beyhude  yorulma,  ne
diyeceğini  biliyorsun,  şöyle  bir  dolaş,  gel-  diye  işaret
edememişti.  O,  yatakta  çivili  idi;  göğsü  zorlukla  inip
kalkıyordu.
İhsan'ın, bu kiracı ile münasebeti, bilinen bir şeyi beyhude
tecrübe etmenin makul olamıyacağı hikmetine dayanırdı.
Mümtaz  ise,  baba  mirası  olduğu  için  bir  türlü  bu  kirayı
aklından çıkaramıyan yengesini kırmak istemezdi. Ayrıca, bu
kira  hikayesi,  bu  içiçe  yaşayan  insanların  hayatında,
Mümtaz'a göre İhsan Bey Adasında bir yığın latifeye vesile
olurdu.
Eve  dönüp  de  ihtiyar  kadına  aldığı  cevapları  söyleyince,
onun  ilk  andaki  hiddetinin  -Boynu  kopasıca  herif...  Bunak-
yavaş ve perde perde merhamete -Zavallı, biçare, adamcağız
hasta zaten-doğru gidişi; sonunda:
-Belki  de  hakikaten  kazanmıyordur-,  diye  yengesinin
üzülüşleri, sonra yeniden bir hal çaresi aramaları, -Elde koca
konaktan  orası  kaldı,  yoksa  çoktan  satar,  kurtulurdum-  diye
bir türlü vaktinde ele geçmiyen bu kiranın hayatında nasıl bir
Description:Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, rom