Table Of Contenthüseyin temel alıcı
““HHaakkkkıınnddaa bbiillmmeeddiiğğiinn şşeeyyiinn aarrddıınnaa ddüüşşmmee.. ÇÇüünnkküü kkuullaakk ggöözz vvee kkaallbb
bbuunnllaarrıınn hheeppssii yyaappttıığğıınnddaann ssoorruummlluudduurr..””
(İsra; 36)
kitab ve sünneti ihya yayınları
Rasulüllah (sallallahu aleyhi ve selem): “Her kim bizim şu dinimiz de ondan olmayan bir sey
çıkarırsa o (çıkardığı) red olunmuştur.” buyurdular.
(sahihi-müslüm; 1718 no’ lu hadis)
(Ey İnsanlar) “Rabbinizden size indirilen (Kitap ve Sünnet)’ e uyun. Onun dışındakileri
dostlar edinip de onlara uymayın Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.”
(Araf; 3)
kitab ve sünneti ihya yayınları
Hüseyin Temel Alıcı
2
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Giriş
Hamd, ancak Allah içindir. O’ na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden,
amellerimizin kötülüğünden O’ na sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa onu
hidayete erdirecek yoktur. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. O tektir ve ortağı yoktur ve şehadet ederim
ki Muhammed, O’ nun kulu ve Rasulüdür.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınılması gerektiği şekilde sakının ve ancak müslüman olarak ölün.” (Ali-İmran/102)
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondanda eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar
üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına
riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa/1)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab/70-71)
Bundan Sonra: “Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v)’in
yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulandır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat
sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir.” (Müslim/867)
3
MMMUUUKKKAAADDDDDDİİİMMMEEE
İslamın temelini özünü teşkil eden külli esaslarını beyan eden bir kaideyi külliye vardır. Azim özlü
temel kaidelerdir. Bu temel kaideler, esaslar; insanlar tarafından konulması mümkün olmayan izah edilmesi
de mümkün olmayan ilahi ve temel esaslardır. Aslını vaaz etmek ilahi, onu tafsil ettirmek anlatmak izah
ettirmekte ilahidir. Bunun içindir ki her müslümanın ebedi hayatını bina ettiği bu külli kaideler, teklif
çağından itibaren velilerin vazifesi olarak, bir topluluğun cemaatin vazifesi olarak, ilim ehlinin vazifesi
olarak veyahut ta en üstün mertebede bir devletin vazifesi olarak halka öğretilir, tarif edilmesi gerekir.
Zamanımızdaki sistemleşen topluluklar, cemaatler bir yerde devletler kendi varlıklarını koruyabilmek için
kendi mevcudiyetini muhafaza edebilmeleri için belli başlı kaideler, nizamlar koymuşlardır. Kendilerine tabii
olan veyahut kendilerinin kuvvetle hakim oldukları topluluklarda o nizama tertibe uyulmasını hassasiyetle
talep ederler. Eğer talep edilen bu arzuya isteğe kendilerine tabi olunan toplulukta muvafakat göremezlerse
icbarı olarak tabi ettirirler kendilerine, mecburen tabi ettirirler, bunun korunmasını sağlarlar.
Bizim menfaatimize, faydamıza dönük olarak biz şu yeryüzü küresine bir cemaat ve topluluk oluşturan
insanoğluyuz. Allah (c.c) bizim dünyevi ve uhrevi ebedi saadetimizi tanzim eden kendimizi koruyabilmemiz
için temel esaslar kanunlar ve nizamlar tanzim etmiştir. Bunların korunmasını istemiştir. Yalnız insanoğlunu
bunda serbest bırakmıştır. Bu sözü söylerken; insanın iradeyi cüziyesini kullanmakta kendisinin mükellef
olduğunu ispat edebilmek için, yani Allah (c.c)’nin insana verdiği akıl nimeti iradeyi cüziyeyi kullanma
kabiliyetine sahip olduğu için Allah (c.c) ona hesap soracaktır.
İyi ve kötüyü seçmekte, tercih etmekte serbesttir derken bunu diyoruz. Ama katiyetle biz kuvvet
bulduktan sonra Allah (c.c)’nin kelimesi hakim olana kadar, hakim bulduktan sonra mücadeleye emredildik.
Ta ki fitne yeryüzünden kalkana kadar (Nur/55) yani biz şerrin kötülüğün, fesadın yeryüzünde hakim
olmaması için mücadele etmekle başkalarına mecburen islamı tatbik ettirmek zorundayız. Yani hiçbir
kimsenin Allah’a küfretmesine, Allah’ı inkar etmesine, Allah’a ortak koşmasına müsaade edemeyiz. Ama bu
sözü söylerken, aşağıdan en üstün mertebeye kadar bir seviyeyi düşünerek söylüyoruz. Bunu derken
istemediğimizi, arzu etmediğimizi kalbimizle tahakkuk ettiririz. Lisanımızla tahakkuk etttiririz. Ve elimizle
azalarımızla mücadele ederek bunu tahakkuk ettiririz gerçekleştiririz.
Onun için sık sık tekrarladığımız söyleme mecburiyetinde kaldığımız mevzumuzu izah edebilmek için,
Allah insanoğlunu serbest ve hür bırakmıştır. İstediğini seçebilir, iyiyi ve kötüyü. Ama beyan etmiştir.
Hürdür serbesttir derken, kötüyü seçsin ona hiçbir şey yok değil. Kötüyü, iyiyi seçmekle ona bir irade
vermiştir. O idareyi kullanma salahiyeti ve kabiliyeti onda vardır. Yani kendi arzusuyla iyiyi seçsin ve
mükafatını alsın. Kendi arzusuyla kötüyü seçsin ve böylelikle cezasını çeksin, meselesini izah edebilmek için
söylüyoruz. Ama Allah (c.c) hiçbir zaman küfrün fitnenin fesadın yeryüzünde hakim olmasını ve insanların
bu işe suluk etmesini istememiştir.
Allah (c.c), küfürden, isyandan ve fısk’tan nefy ediyor. Ve inananların kendisine teslim olanların
kalplerine de bunu çirkin göstermiştir, bunların buğzunu yerleştirmiştir ve kendisine bağlananların
kalplerinde Allah’a imanı, itaati ve bunların tahakkukunu, hakimiyeti yolunda mücadeleyi sevmeyi
yerleştirmiştir. Onun içindir ki bu temel nizam esaslar ve kanunlar muhakkak ki fertlerin kendi mesuliyet
çerçevesini ihata ederek en büyüğüne doğru ben bir mesul, mükellef olarak Allah’ın emirlerine muhatap
olmam hasebiyle nefsimin fısk ve isyana suluk etmesine müsaade edemem. Ben bu hakimiyeti nefsimde
sağlamalıyım. Ailemde bunu hiç istemem. Etrafımdaki toplulukta da istemem. Böyle bir mesuliyet hissimi
kavraya kavraya en üstün zirvedeki sözü de sarf ederek bir topluluk, Resulune iman eden ona teslim olan bir
topluluk katiyetle küfrün şirkin isyanın yapılıp insanlar arasında yayılıp hakimiyet sağlamasını istemez, ve
yaptırtmaz ve buna mani olur. İstemez, başkasına yaptırtmaz ve eliyle de buna mani olur. Bunu sağlamanın
gerçekleştirmenin bütün yollarını dener. Ferden ve cemaaten. Ferden deneme onu nereye kadar götürürse o
sülukunda istikametinin tayininde mesuldür. Ve bu mesuliyeti hissetmelidir. Eğer ferdi gayreti onu daha
büyüklerine götüremiyorsa acizliğinden değil, kendi iradei cüziyesi buna karışarak böyle yapıyorsa o yarın
Allah indinde katletmiş olduğu bir zerrenin bir kürre olarak karşısına çıkacağını düşünmelidir.
Yani kendi ferdi gayretlerinin çalışmalarının acizliği değil de iktidarsızlığı değil de iradeyi cüziyenin
karışarak yapmadığı yarın katletmiş olduğu bir zerre olarak dünyada yarın Allah (c.c)’nin huzurunda bir
kürre olarak karşısına çıkacağını düşünmelidir.
Bununla biz neyi kastediyoruz, neyi misal vermek istiyoruz? Şöyle izah edebiliriz ki; bir çekirdeğin
ekildiğini düşünün, o bir çekirdek insanlar nazarında çok cüzidir. Akıllı ve olgun bir insanın nazarında o
çekirdeğin değeri çok büyüktür. Hele çiftçiyse o daha da değerlidir. Bir çekirdeği ekseniz de hafif şöyle bir
yeşerse, biriside gelip onu kökünden koparıp almaya çalışsa onun hayatına son vermeye çalışsa, sizin
nazarınızda, iyi düşünenlerin nazarında o dehşetli bir cinayettir. O birkaç sene sonra kocaman bir ağaç olacak
binlerce meyvesiyle insanlara faydalı olacak bir ağacı katletmiş nazarıyla bakar. Ona koskocaman bir ağacı
binlerce insanın istifade edeceği bir meyve ağacını katletmiş gözüyle bakılır. Hakiki nazarla buna böyle
bakılır ve bu böyle görülür.
İşte sizin Allah (c.c)’nin koymuş olduğu kanunların nizamının hakimiyeti yolunda yapmış olduğuna
bütün hareketler birer çekirdek mesabesindedir. Belki siz bahçıvan olarak değil bahçıvan elindeki çekirdeğin
değerinin ondan sonradan, seneler sonra neler alınacağını düşündüğünde hesap ettiğinden o onun değerinin
kıymetini bilir. Rast gele bir insan o çekirdeğin değerini bilmediğinden böylece atar. Ama sizin şu an
gayretlerinizle teşviklerinizle, fedakarlığınız ile Allah (c.c)’nin kanunlarının, hakimiyeti yolunda yapmış
olduğunuz mücadele belki bir çekirdek mesabesindedir, belki sizin nazarınızda hiçbir değeri olmayan
çekirdek mesabesindedir. Ama bir bahçıvan olarak düşünseniz o çekirdeğin seneler sonra vereceği meyveyi
düşünürsünüz. Ve hemen ona bakmaya onu himaye etmeye kastedersiniz.
Öyleyse aynen bu çekirdeği ekmemekle, ah bana ne bununla uğraşmakla bir ben mi varım bu
çekirdeği ekecek ve yahut benim cüzi çabamla mı bu ağaç yeşerecek sözleri sarf ederseniz bu hemen sizin
hiçbir meseleden anlamayan şuuruna varmayan hakiki bir telakki ölçüsüne sahip olmayan kişi olarak
bakışınızdır. Ve görüşünüzdür. Aynen de o çekirdeği öldürmek o çekirdeği mahvetmek , o çekirdeği
koparmak aynen ilerideki bir ağacı katletmek gibi düşünülürse aynen de öylece bu cüzi hareketlerden geri
4
durma onları geri durdurma iradeyi cüziye karışmak onlara mani olma gibi hareketlerin hangisi, hangi çeşidi
bizden zuhur ederse etsin Allah’ın kanunlarının hakimiyetinde atılan tekmelerdir.
Onun için yaptığınız hareketi hayır yönünden küçük görmeyin. Yaptığınız hareketi şer yönünden de
küçük görmeyin. Söylediğiniz bir kelime, mübarek bir ağacın çekirdeği olur. Binlerce insan ondan istifade
ederler. Söylediğiniz bir söz bir zakkum ağacının çekirdeği olur. Binlerce meyve verir, binlerce insanında
ebedi hayatını helak eder.
Siz şu an halinizden tabiyetinizlen bir yerde ümmi telakki edilecek dini malumatlardan mahrum bir
topluluk olarak kendinize bakarsanız çok küçük görülürsünüz. Ama yaptığınız iş tuttuğunuz dava gayretini
gütmek istediğiniz meselelerin üzerinde dururda bir bakarsanız çok aciz muhterem insanlığa önder olmuş
insanların davasını kucakladığınızı anlarsınız.
Biz Kitap ve Sünnet davasını yüklenmek isteyen insanlar olarak bir bardak suda fırtına koparmak
isteyen insanlar değiliz. İyi biliyoruz ki bir bardak suda fırtına estirilmez. Bu hava böylece gösterilmez.
Yapmadan tatbik etmeden hakikat sahasında sergilemeden yapıyormuş görünmekte istemiyoruz. Biz tatmış
olduğumuz davanın, Tevhid davasının Allah (c.c)’den gayrının küngünün inkarını sergilerken bir
peygamberlik silsilesinin Allah Resulu (s.a.v)’e kadar takip ettikleri bir yolun takipçileri olarak, arkalarından
giden tabileri olarak onların bırakmış olduğu bu aziz mukaddes mirasın varisçileri olarak kendimizi aziz ve
mübarek görürüz.
Çünkü Tevhid davası peygamberlerin davası olması hasebiyle Allah’ın insanlara ilk istediği bir emir
olarak neyi iktiza ettiyse onlara bela olarak musibet olarak neyi isabet ettirmiş ise aynen de bize
gelebileceğini bile bile kabul ediyoruz. Bununla şunu izah etmek istiyoruz, Tevhidi bilen kişi ebedi hayatını
kurtaran kişidir. Allah’ı tek ilah kabul etmeyi gerçekleştirebilen kişi “Muvahhid” dir.
Hemen Tevhid’i anlarken, Tevhid’i öğrenirken şunu da yanında öğreniyor ki, küfrün zirveye ulaşmış
olduğu bir noktada hem de Allah’a inandıklarını söyleyen Allah’ın Resulüne tabi olduklarını söyleyen
toplumun küfre ve şirke boğulmuş olduğu bir esnada saf, pak olan halis Tevhide yapışmanın onu yaşamanın
onu başkasına anlatmanın da ne gibi bir belalar ve musibetler getireceğini de öğreniyoruz.
Ben “Muvahhid” im demek; ona bir çok belaları üzerine celb ettiriyor. Kendisi adeta küfrün ve Tağut
nizamının yıldırımlarını üzerine çeken bir paratoner oluyor. Adeta yıldırımları şimşekleri üzerine çeken bir
siperisaika oluyor.
Onun için Tevhid ehli, Allah’ı tekleyen muvahhidler devamlı küfrün, Tağut nizamının şirk ehlinin
karşısında bütün şiddeti kendisine çeken celbeden bir topluluktur.
Tevhidi kazanmak kolay değil, Tevhid ehliyim dedin mi de bütün bu bela ve musibetlere
katlanacaksınız. Peygamberler nasıl bir muameleye mazur kalmışlarsa onların mirasçıları olmaya yeltenen
kişilerde muhakkak buna maruz kalacaklardır. Bunu da izah ederken birçok vesilelerle tarif ettiğimiz bir
kısım vardır. Hani sahabelerden biri gelip diyor ki: “Ya Resulullah, ben seni çok seviyorum. Seviyor musun
diyor. Evet. Ya Rasulüllah diyor. Anam babam sana feda olsun diyor. Öyleyse fakirliğe hazırlan diyor. Eğer
beni seviyorsan, fakirliğe hazırlan.” diyor. (Tirmizi ,Ebu Davud)
Birçok şeyleri üzerine çekeceğinin alametleri olarak delil olarak verilen hadisi şerif budur. Eğer biz
Tevhid ehliysek tabi demeyle değil gerçekleştirebildiysek hepimiz Tevhid ehlinin çekmiş olduğu eziyete ve
işkenceye maruz kalmış oldukları musibete hazır olalım.
Eğer Tevhid ehli olduğunu söylediği halde böyle şeyler ona isabet etmiyorsa, maruz kalmamış ise o
kendini bir yoklasın. Onun gerçekleştirmesinde bir sakatlık var demektir.
Çünkü, bizde ehli sünnetiz diyoruz. Ama ehli sünnet olmanın alametini gördüğümüz kişinin biz
hakikaten ehli sünnet olduğuna inanıyoruz. Ve bunun içindir ki biz diyoruz ki, Ehli sünnet olmak, ehli sünnet
olduğunu söylemek değildir. Onu hakikaten gerçekleştirmekle bu mümkündür. Velev ki sen ehli sünnet
olduğunu lisanen söylemesen de amellerin senin ehli sünnet olduğuna delalet ediyor mu işte sen o sun.
Aynen de ben Muvahhid’im diyen kişi eğer hakikaten gerçekleştiremediyse hayatında tatbikatında ona
belalar ve musibetler gelmez. Zira Tevhid ehli olsa yaşaması gerekir. Allah’a inandığı gibi Allah’tan gayrını
inkar etmesi gerekiyor. Tevhidi ispat yönüyle, nefy yönüyle tahakkuk ettiren kişi demektir.
Peygamberler ve onlara tabi olanlar zamanında bunu kabul ederlerken yaşarlarken insanlara
anlatırlarken aynı musibetlere ve belalara maruz kalmışlardır. Muhakkak zamanımızda da bizden önce
veyahut bizden sonra muvahhid olduğunu söyleyen kişi hakikaten gerçekleştirmiş ise bu gibi musibetlere
maruz kalacaktır. Ve buna hazırlansın. Bütün peygamberlerin hayatı, peygamberlere tabi olan insanların
hayatı bunların açık ve bariz birer delilleridir. Öyleyse biz bundan müstağni kalamayız bu mümkün değil.
Biz bu vasıfları anlatırken temel kaideleri anlatırken, hastalıkların nereden gelip, yıkılmalarına sebep
olan belaları zikretmeliyiz. Temel kaide temel esaslar Allah’ın varlığını kabul ettikten sonra, O’nun
Resulünün risaletini tasdik ettikten sonra milyarlarca insanın kabul edeceği kaidedir. Hatta bütün insanlık
fıtraten bunu inkara mecali yoktur. O’nun için en büyük müşkülât temel kaideyi kabul etmek değil, temel
kaideyi muhafaza etmektedir.
Temel kaideyi üstün esas olarak devamlı zikrettiğimiz gibi Allah’ın kitabı, peygamberlerin sünneti
olarak zikrediyoruz. Hiç bunu kabul etmeyen gördünüz mü? Herkes temel ve asıl kaide olarak Kitap ve
Sünneti kabul ettiğini söylüyor. Müşkülât buradan gelmiyor. Müşkülât bu temel kaideleri sağından solundan
yıpratan kendi rengini vererek gösteren bir cam mesabesindeki fitnelerin beyanıdır. Musibetlerin beyanıdır.
Zira yıkılış tatbikat sahasındaki noksanlık buradan kaynaklanıyor. Onun için müellif esas olarak asıl olarak
bunları izah etmek istiyor. Bunları beyan etmek istiyor. Meseleyi açık bir şekilde sarf edebilmek için.
Bunun içindir ki İslamın evvelinde bizden çok gerilerde olduğu için bu tabiri kullanıyoruz. Asrı
saadetten sonra sahabelerin hemen akabinde İslam ümmeti dahili diyelim, birçok fırkalara cemaatlere
bölündüler, parçalandılar. İslamın vahdetini içten özden zedeleyecek fırkalar çoğaldı. Bu Allah (c.c)’nin
insanları müptela kılmış olduğu belalardan bir tanesidir. Allah (c.c) bunu bizden sakındırmıştır. Kaçınmamızı
istemiştir. Ama demiştir ki insanlar buna düşmeyecekler. Yine insanlığın, kısmı azami hemen hemen hepsi
denilecek 73’ün 72 fırkası buna müptela olmuştur. Onun içindir ki devamlı söylediğimiz sözleri tekrar tekrar
ibareli olarak zikretmemizdeki kasıt budur. En büyük müşkülât imanı kazanma değil. İmanı muhafaza
etmedir. İman bir asıldır ki bir temeldir ki fıtratı selime bozulmasa hiçbir insanda imanı yani Allah’ın
mevcudiyetini inkar etmeye mecal yoktur. Ve bu ihtilaflar bu gruplaşmalar bu cemaatleşmeler hafifleyeceği
5
yerde, hafif hafif başlamıştır, şiddetini arttırarak seyrinde yolu uzayarak devamlı hızlanmıştır. Yani asırlardır
hız alıyor, süratleşiyor. Dehşetli cinayetler işlenebilecek meseleler halini alıyor.
Bunun içindir ki bir ihtilafın başlaması basittir. Basit bir meseledendir. Ama ihtilaf, ihtilaf mıdır?
Umumi tabiriyle eğer onun tedavisini hal çaresini Allah’ın kitabına ve Peygamberin sünnetine göre
müdahale etmese hemen telafi etmeye çalışmazsa bu ileride insanı dinden islamdan çıkaracak meseleler
halini alır.
Bunu da size izah edebilmek için daha önceki devrelerde bazen hoş tabirler var. Güzel vakalar var.
Zamanımızdaki kullanmış tabirlere malzeme tezgah olabilecek mevzular var. Hak söylenildiği zaman. Onu
en güzel şekilde söylemek bizim vazifemizdir. Ama Allah Rasulü (s.a.v) o meselesini ebedi hayatın
kurtulmasına vesile olacak meseleleri anlatırken gözleri kıpkırmızı kesilip çehresi kızarıp hiddetinden bütün
vücudunun titrediği ve sesinin bütün mescidin içini doldurduğu sohbetleri ve vaazları vardır. Bu vakalar
Allah Resulü (s.a.v)’de çoktur. Ondan sonraki sahabelerde de. Böyle bir talimden ve terbiyeden tesviyeden
geçen sahabeler meselelere bazit insan nazarında bakmıyorlardı. Aynen az önce bizim misal verdiğimiz gibi,
eğer Allah’ın dininin hakimiyeti yolunda zerre kadar da olsun yapabileceğiniz birşey varsa bunu yapmaktan
geri durmayın. Sözümden kasıt bunu küçük görmeyin. Bu çok büyüktür. İleride binlerce meyve verebilecek
bir ağaç olacak o, Allah yolunda bir mesele izah edilirken, Sahabelerin bakışına bir bakın. Sahabelerin
zamanında şu boncukla zikir meselesinde misal verdiğimiz bir mesele vardır. Ama belki onların bidatını izah
etmek için bunu size misal verirken esas mevzuyla alakalı kısmını anlatmadığımızdan orası belki sizin
dikkatinizi çekmedi. (Darimi / 210 no)
Basit bir misal Allah Rasulü’nün yapmadığı bir iş başlangıcı çok basit bir yerde iyi olabilir. Ama ondan
hemen uzaklaşılmayınca ona mani olmayınca kalplerde öyle bir şeye meyilli oldu mu haricilerle beraber
edecek, Ali (ra)’ ın karşısında kıtal edecek insanlarla beraber olmaya kadar götürür.
Şimdi, İbn Mesud (r.a)’ ın böyle birşeye bidat derken, delaletle itham ederken neleri görerek dediğini
anlıyorsunuz değil mi? İbn Mesud (r.a) hemen oradaki vakıayı görerek değil böyle bir bidate müptela
olmanın ileride neye sürükleneceğini düşündüğündendir. Onun için yaptığınız bir amelin basit olduğuna
bakmayın. Hayır yönüyle de şer yönüylede. “Allah’ın dini hakim olmadan bunlara mani olmamız mümkün
değil” gibi söylediğimiz bazı sözler var. Ama diyor ve belki bizimde bunların belasından
kurtulmadığımızdan oluyor.
Eğer Allah’ın dinini hakim kılma yolundaki mücadelemizde zerre kadarda iradeyi cüziyemizin
arzularına uyarak yaptığımız bir şeyler varsa geri durduğumuz bir şeyler varsa unutmayın birkaç sene sonra
meyve verecek koskoca bir ağacın cinayeti işlenmiştir. Öyleyse Allah’ın dinini hakim kılan bir topluluğun
bir cemaatin cinayeti işleniyor demektir. Meselelerimize bakarken, meselelerimizi muhakeme ederken bakış
nazarımızla ölçümüzle değerlendiremeyiz. Küçük bir meseledir dediğimiz binlerce insansa meyve olabilir.
Küçük bir meseledir deyip binlerce insanın hayatını zehirleyen bir zakkum olabilirsiniz. Onun için bu
nazardan bakarsanız en hoş olan tarafıdır. İşte bu ihtilaflar bidatler başlarken kolay başlıyor. Basit başlıyor.
Çok rahat başlıyor. Ama öyle şiddetleniyor ki insanı dinden çıkaracak meseleler, bir halifenin karşısına
dikilebilecek meseleler, müslümanları katledebilecek meseleler haline geliyor. Öyle oldu ki müslümanları
parça parça etti, müslümanları perişan etti. Zillet ve zelillik dilinizde müslümanların adedi 1.000.000’ dur
deyipte Allah’ın dininin hakim olmayışı Tevhidin hakimiyetini sağlamayışı perişanlığın alçaklığın rezilliğin
taa kendisidir.
Onun için böyle bir adedi Tevhid ehli zikretmez. 1.000.000’a yakın bir müslüman olması mümkün
değil. Bu adedin belki %1’i olsaydı muhakkak ki Allah’ın dini yeryüzünde hakimiyeti sağlardı. Onun için biz
kendimizi perişan edecek sözler söyleyemeyiz. Müslümanların şevki gitmiş gayreti gitmiş, fedakarlıklar yok
olmaya başladı. Şimdi bizim parçalanmamız parça parça olmamız zayıflamamız şevki kaybetmemizle ne
oluyor bunun zıddı kayboluyor.
Tevhid zayıfladıkça ne oluyor, şirk ehli kuvvetleniyor. Biz parçalandıkça onlar bütünleşiyor. Biz
gayretimizi kaybettikçe onlar gayretlerini arttırıyorlar. Yani bunun zıddı hakim olmaya başlıyor. Ve
böylelikle Allah düşmanları Tevhid düşmanları, temekkün edip yerleşip sağlamlaşmaya başlıyor. İşte Allah
Resulü (s.a.v) efendimizin sözü ne güzel tecelli ediyor. Hemde 14 asır sonra. Ne diyor? “Yahudiler 71
fırkaya ayrıldılar, 70’i cehennemde biri müstesna. Hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. 71’i cehennemlik oldu
bunlardan biri kurtuldu. Benim ümmetimde 73 fırkaya ayrılacak. 72’si cehennemlik ve kurtulanda bunlardan
bir tanedir, derken. Ya Resulullah bunlar kimlerdir?” Bil ki bizde de böyle bir tebliğ ve irşad üslubu olsaydı
şu an birimiz diyemezdik belki bu kurtulanlar nasıl. Böyle bir soru sorma kabiliyeti bile bizden sökülüp
gitmiş. Onlar dikkatli iyi bir talebe oldukları için hemen onlar kimler ya Rasulüllah demişlerdir. Bunda çok
muazzam bir irşad üslubu vardır. Bu 72 fırka kimlerdir demiyorlar. Dikkat edin! Kurtulanlar kimlerdir?
Diyorlar.
Yani evveliyatta canım önce öğren de sonra sakınırsın, komünistlerin davasını iyi bilmen gerekir ki
onlardan korunursun gibi lafların çürüklüğüne bakın. Tevhidi öğren Tevhidden gayrının batıl olduğunu
anlarsın. Hakkı öğren Haktan gayrısının batıl olduğu ortaya kendiliğinden çıkar. Çünkü haktan sonra delalet
vardır. Peygamberin sünneti haktır,bunlara uyan haktır. Bunlara uymayan nedir? Kimin sözü olursa olsun
batıldır. Ve böylelikle müslümanlar parçalandı saflar dağıldı. Bütün bu parçalanmaları asırların
katmerleştirdiği taassubu yok edip birdenbire vahdeti sağlamak zamana gayrete fedakarlığa imkanlara
bakarak mukayese ederek ancak ve ancak Kitap ve Sünnet’ten nasibini almayan kişilerin, ben mi
kurtaracağım ya deyip bu mümkün değil deyip alaşağı etmeleridir. Başka bir şey değil. Bundan kastımız
şudur ki; 12 asırdır müslümanların içine sokulan ihtilaf, kökleşen hatta bırak ihtilafı da itikattan olduğu
teskin edilmiş ve parçalanma ihtilaf rahmet kabul edilmiştir. Bu dinden gösterilmiştir. Düşünün bir kez. Hadi
batıl olsa sökülmesi neyse sana dinden gösterilen bir şeyin sökülmesi o nispetle zordur. Batıl olan bir şeyin
sökülmesi Hak ispat edildikten sonra gider. Ama onların nazarında hak olarak gösterilen bir şeyin batıl
olduğunu ispat etmek en müşkülatlı olanlardandır. İmkansızlığı düşünün, gayretsizliği düşünün, fedakarlığı
düşünün telafisi ne kadar zor değil mi?
Şerrin yayılışı hayra nispetle daha fazladır. Mesela, bir mahalleyi bir saatte cayır cayır yakarsın ama
orayı tekrar yapmak çok zaman alır. Ama bırak bir mahalleyi bir evi ne kadar da yaparsınız? Hayrın ve şerrin
yayılışını karşılaştırırken. Şer her zaman dehşetli bir şekilde yayılmış ama telafisi çok zor olmuş. Islah çok
6
zordur. Bir de bunun içine bizim gayretsizliğimizi koy bizim fedakarsızlığımızı koy, bizim lakaytsızlığımızı
göz önüne koyun nasıl ıslah edilir, nasıl yaralar tamir edilir. İşte bu ortamda elinizden gelen bir zerreyi
yapabilmeye muktedir olduğunuz bir hareketi geri alırsanız Allah’ın hakimiyetine vesile olacak bir hareketi
yarın Allah indinde bir cinayetin faili olarak hesap vereceğinizi düşünün. Ana rahmindeki bir nutfeyi tahrif
etmek nedir? Seksen yaşındaki bir adamı öldürmek nedir? Bunlar cinayetle isimlendirilir. Onun için
çocuklarınızı öldürmeyin ana rahminde tahrif etmeyin sözünden maksad budur. Siz ufacık bir çocuğu
katlederseniz bir insan katlinin hesabını vereceğinizi de muhakkak düşünmeniz gerekiyor. Öyleyse bunların
hiçbirisini bu dehşetli ihtilafın ve parçalanmanın karşısında cem edebilmemiz ancak ve ancak öyle bir
meseleyle mümkündür ki bundan başka bir kurtuluş buna karşı salih muarızın olmayacağı meselelerdir. Buda
ancak Allah (c.c)’nin Kitabı ve Peygamber (s.a.v)’in sünnetidir. Bu meyanda bu parçalanmalar öyle bir hale
geldi ki müstakil birer din oldu. Bunların sahipleri adeta müstakil birer peygamber oldu. Akidede lider
Allah’ın Resulüyken akidede liderler türemeye başladı. Şeriatta şariler türemeye başladı. Şeriat Allah’ınsa
onu hüküm koyucu kaç tanedir? Bir tanedir. Şeriatta şariler çoğaldı falana göre filana göre denmeye
başlandı. Akidede imam lider Allah Rasulü (s.a.v) iken akidede insanlar birçok liderler edinmeye başladı.
Herkes Allah hakkında onun kitabı hakkında yerli yerinde olur olmaz sözler söylemeye başladılar. Ve bu
sefer insanların sözleri birer müstakil din birer müstakil yol birer müstakil mezhep haline gelmeye başladı.
İşte insanlar bu yolda parça parçadırlar. Bu yolda perişandırlar. Biz asılda özde Tevhid de insanları taksim
ediyoruz. İnsanları taksim ederken tabir yönüyle, parçalanan bölümleri, fitneleri muhtelif meseleler olduğu
için o meselelerin kitaba sünnete muhalif olarak incelenmesi gerektiğinden Allah Resulü (s.a.v) 73 fırka
diyor. Ama asılda küfür tek millettir. Tevhid İbrahim (a.s)’ın milleti asılda o da bir tek millettir. Şimdi biz
ihtilafların Kitap ve Sünnete sokulan fitnelerin muhtelif mevzuların değil de, Küfür tek millettir ve iman
ehlide bir tek millettir. Bu sefer yeryüzünde iki millet olarak takdim ediliyoruz. İki millet vardır. İbrahim
(a.s)’ın milleti birde küfür milleti vardır. İşte akidede insanlar buna ayrılırlar. Tevhid ehli ve şirk ehlidir.
Biz zamanımızdaki muhdes olan ismiyle diyelim. Selefiyye diye tabir ettiğimiz bu tabiri koyarken
şunun üzerinde durmak gerekir. Asılda bir tezatlık yok dedik, aslı kabulde bir müşkülât yok dedik. Onunla
misal verirken asıl Kitap ve Sünnettir derken, Kitaba ve Sünneti kabul etmeyen ve müslüman olduğunu
söyleyen bir topluluk gördünüz mü? Göremezsiniz. Ve görmenizde mümkün değil. Onun için aslı kabulde
bir müşkülat yoktur. Aslın muhafazasında bir müşkülât vardır. Biz işte bu aslı muhafazaya gayret gösteren
kişilere geçmiştekileri takip eden kişiler, geçmiştekileri örnek alan kişiler, Kitabı ve Sünneti onların anladığı
gibi anlayan kişiler Selefiyye ismi tesmiye ettiğimiz bir topluluk vardır. Yani geçmişine sadık kalan bağlı
kalan bir topluluktur. Bunlar Kitabı ve Sünneti sahabeler nasıl anlamışlar ise öylece anlamaya çalışıyorlar.
İşte öbürkülerden bu toplumun bu cemaatın farklı olan tarafı budur. Biz Kitabı ve Sünneti zamanımızdaki
kısır ikimizin mahsulü, dar anlayışımızın mahsulü olarak anlamaya çalışmıyoruz. Yeni bir anlayışın yeni bir
idrakin ortaya konması mümkün değildir. Zira oda bir grup oda bir cemaat olur.
Biz geriye dönüş yani şimdiki zamanımızdakilerin hakikaten tabir ettikleri gibi öyle kullanmayalım
da, hakikaten geriye dönmek isteyen bir topluluklarız. Aslen membaa dönmek isteyen topluluklar olarak
muhakkak ki muhakkak bunu yapma en zaruri işlerdendir ki Kitabı ve Sünneti selim bir anlayışla anlayalım.
Değilse kendi anlayışımızla kendi ilmimizle bunu yapmamız mümkün değildir. İnsanlar bu yönden ikiye
ayrılmışlardır. Bunun adına Küfür ehli, şirk ehli ve islam milleti diyebilirsiniz ama Sünnî olarak tabir edildiği
zaman. Lafızlar Selefiyyun ve halefiyyun diye ikiye ayrılmışlardır. Birisi geçmiştekileri takip edenler
itikadda hasseden ve birde halefiyyun kendilerinin tesiri altında kaldıkları bazı felsefi kelam ilmine ait olan
izah ve tabirle islam itikadına yön veren taifelerdir. Ve işte biz bu konuyu bu meseleleri anlatabilmek için
hazırladık. Eğer biz bu yolda bir şeyler anlatabildiysek izah edebildiysek insanların en mesudu sayılırız. Ve
yine Rabbimizden temenni ediyoruz. Hacmi küçük olan bu sohbetimizle Allah (c.c) bir çok faideler halk
etsin. Amin. Önce tabir derken bu Selefiyye tabiri ne zaman zuhur etti, ne zaman bu tabir kullanılmaya
başladı. Ve yahut böyle bir ismi kullanma zarureti var mıdır? Bizim ismimiz müslümandır. Böyle bir ismi
kullanmaya katiyetle bir zaruret ve ihtiyaç yoktur. Zira başka bir isim velev ki ona denilmesi hak da olsa,
bazı isimler vardır Kur’anda geçmiştir. Hizbullah denir. Bu tabir Kur’anidir. İbrahim’in milleti deniyor,
bunlara “Hunefalar” deniliyor. Tevhid ehli gibi tabirler vardır. Bu tabirler birer tesmiyeden ibaret değildir.
Allah’ın kitabında kullanmış olduğu tabirlerdir. Ama biz hizbullahız diye bir isim alıp ortaya çıkmayız.
Hizbullah topluluğu diyemeyiz. Ama Kitaba ve Sünnete tabi olanlar hizbullah değil midir. Hizbullahtır. Ama
biz hizbullah adı altında bir topluluğuz diyemeyiz. Müslümanlar kardeş midir? Allah diyor. Müslümanlar
kardeştir. Bu Allah (c.c)’nin bir tabiri midir? Tabiridir. Biz müslüman kardeşler adı altında bir topluluğuz
diyebilir miyiz? Bu denilmez. Böyle bir teşkilatta kurulamaz ama bu Allah (c.c)’nin tabiridir.
Bize verilen bir tek isim vardır, Allah’ın emrine tabi olanlar. Biz böyle bir isim altında bir teşkilat ve
cemaat oluşturamayız. Ama Allah’ın Kitabına Peygamberin Sünnetine tabi olanlara ne gibi isimler
verilmişse, müslüman kardeşler mi, hizbullah mıdır, biz hizbullahız. İbrahim’in milleti miyiz, biz İbrahim’in
milletindeniz. Hanifler miyiz, biz hanifleriz. Bunların hepsini birden kullanırız, kullanıldığı yerlere göredir.
Yalnız geçmişte sahabelerin hemen akabinde Emeviler devrinde o zamana kadar insanlar Tevhid
meselelerinde ne gibi bir ayet geldiyse, hadisi şerif geldiyse müslümanlar aynen öylece inanırlar, o ayetler
hakkında hadisler hakkında Allah’ın Resulu bir şey söylemişse sahabelerde söylemişlerdir. Onlar
naklettilerse onlardan sonrakilerde nakletmişlerdir. Katiyetle ne bir ziyadelik izafe ederler nede bir noksanlık
atfederlerdi. Olduğu gibi kabul edilirdi. İşte bunlar, Peygamber (s.a.v)’in en hayırlı asır benim asrım, ondan
sonra, ondan sonra gelen derken bu üç nesli kast ediyor en hayırlı nesli. Birbirinden aktaran ve anlatan nesil.
Tabi ki bu zamanlarda müslümanların vahdetini bozan ve yahut şu tabire kadar izah ettiğimiz toplulukların
sıfatı lugat kitaplarında bazı meseleleri izah eden garip kelimeleri izah eden kitaplarda geçerken Kitapta
Sünnette ayette ve hadiste, Tevhid hakkında ne zikredilmişse olduğu gibi kabul eden taifeye bir isim veriyor.
Açarsanız lugat kitaplarını bunlara Selefiyye denir. Geçmiştekileri takip edenler, geçmiş müslümanların
peşinden gidenler, hemen göreceğiniz tabir bu salakların kendi kitaplarında diyor Selefiyye diyor: sahabe ve
tabiin ayetlere ve hadislere, isim ve sıfatlar hakkında, Tevhid meselelerinde nasıl inanmışlarsa öylece
inanırlar. Katiyetle bu ayetler üzerinde münakaşa etmezler. İleri geri hiçbir laf söylemezler. Böylece kabul
ederler diyor. Ve onlar bile bu yolun en doğru selametli en ilmi bir yol olduğunu kendileri olduğunu ifade
ediyorlar. Ama tatbik etmiyorlar. Bizim doğru yolda olduğumuzu söylerlerken kendilerinin de yakın
7
olduğunu söylerler. Bizim yanımızda kendilerinin de hak olduğunu kabul ettirmeye çalışırlar. Onlar bizim
hak ta olduğumuzu söylerler. Ki söyleten Allah’tır. Ama biz bu yoldan başka bir yolu da kabul etmiyoruz.
Ondan sonra Yunan felsefesine ait bazı kitaplar tercüme edilmeye başladı artık ne kasıtla yapıldığı kimin
tarafından yapıldığı belli bir isimle zikredilen ama o zamandan kalma belli başlı Yunan felsefesine ait
Aristo’ya, Sokrates’e, Eflatun’a dayandırılan felsefi kitaplar tercüme edildi. Yani Allah (c.c) Kitap ve
Sünnetle kendi zatını vasfeden ne gibi bir sıfat zikretmiş ise insan aklındandır ilmi çok kısırdır. O ayetleri
anlamakla mükellef değildir. O ayetleri kabul etmekle mükelleftir. O ayetleri aynen söyleyip kabul etmek
haktır. Kendi aklına göre muhakeme edipte benim aklım böyle kabul etmiyor demek o ayetin üzerinde felsefi
bir düşünceye sevk eder insanı.
Yunan felsefesine mensup olan felsefenin babası sayılan kişilerinde ekmiş olduğu tohumlarda hep bu
meyandadır. Sokrat denen kafirin Allah’ın varlığına inanan biri olduğu kitaplarda zikreder. Sadece onu küfre
götüren felsefi sözler vardır. Allah yağmuru yağdırır ama kaç gram kaç damla yağdırdığını bilmez. Deyip
sapıtan taifelerden bir tanesidir.
İşte bunların kitapları tercüme edildi. Müslümanlar arsına yayıldı. Bu kitaplardan ilham almaya
başladılar. Öz memba, asıl bozuldu. “Allah arşa istiva etmiştir” istiva edince bu sıfat bir beşere verilir diye,
bir cisme verilir ki Allah bir cevher bir isim değildir. Bir cisim olunca bir cevher olunca mekan isnad etmek
gerekir ki bu Allah’a yaraşmaz, bu sefer Allah’ın ayetlerini aynen kabul edilip kabul edilmesi gerekeceği
yerde akıllarına göre Yunan felsefesine göre süzgeçten geçirmeye teraziye vurmaya başladılar. Bu sefer
Kelam ilmi doğmaya başladı.
Herkes bu mevzuda ileri geri bir şeyler söylüyorlardı. Bu sefer güya ve güya müslümanların bu
zahiren kabul edilen ayet ve hadislerin kabulüyle şirke küfre, Allah’a ortak koşmaya O’na noksan sıfatlar
izafe etmeye sevk eden bir hal görerek zahiri manasını aldılar. Olduğu gibi başka manalar vererek
müslümanları ona inandırdılar ve öylece inanmak itikatlanmış gibi işlenmeye başlandı. İşte 12 asır bu işte.
Sadece Allah’ın rahmet etmiş olduğu Kitap ve Sünnetle amel edenler müstesnadır. Onlar her asırda
mücadelelerini veren bir topluluktur. Allah (c.c) arşa istiva etmiş derken. Allah’ın hükmü hakim olunur,
olmuş demektir. Buna iman diye işlendi ve bunun zıddı küfür işlendi. Onun içindir ki kitaplarında
görüyorsunuz. “Allah (c.c)’nin iki olduğunu kabul nasıl şirk ise diyor. Allah (c.c)’ nin semada olduğunu
söylemekte öyle şirktir.” Diyor. M. Zahit Kotku (akide kitabında).
Az önce zikrettik batılın batıl olduğunu hak ile ispat ettikten sonra onun izalesi kolaydır. Ama o
mesele birde imanın temelinden gösterilirse en köklü müşkülat işte oradan geliyor. Artık bu meseleler zuhur
ettiğinde söylediğimiz gibi. İman edebilmek için küfretmek gerekiyor onlarda. Onlara iman edebilmek için
önce küfretmek gerekiyor. Yani iman etmen için Allah’ın o sıfatını inkar etmen gerekiyor önce. Bu sefer
öylede diyen kafirdir böyle de diyen kafirdir teorisi çıkıyor ortaya. İman etse de küfür, küfür etse de küfür
oluyor. Bunların arasını seçmek köklü kaidelere sarılan köklü bir malumat istiyor. Ki bunun içindir ta geriye
asla selefin mecburiyeti halk ediyor. Allah (c.c) bizi gayretli geçmişe dönen zamanına dönme ve orada
yaşamını hayatına geçiren kullardan eylesin.
AMİN
8
HADİS FHRİSTİ
1. Baskı
‘‘‘HHHeeelllaaakkk ooolllaaannn aaapppaaaçççıııkkk dddeeellliiillldddeeennn sssooonnnrrraaa hhheeelllaaakkk ooolllsssuuunnn yyyaaaşşşaaayyyaaannn dddaaa
aaapppaaaçççıııkkk dddeeellliiillldddeeennn sssooonnnrrraaa yyyaaaşşşaaasssııınnn...’’’
(Enfal; 42)
9
10
Description:(Araf; 3) kitab ve sünneti ihya yayınları. Hüseyin Temel Alıcı .. Ve böylelikle müslümanlar parçalandı saflar dağıldı. Bütün bu parçalanmaları asırların.