Table Of ContentT.C.
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt: 17, Sayı: 1, 2008
s. 157-176
Fârâbî ve İbn Sina’nın Felsefelerinde Vahyin
Kavramsal Muhtevası
Hidayet Peker
Yard. Doç. Dr., U. Ü. İlahiyat Fakültesi
Özet
Bu makale, Fârâbî ve İbn Sina’nın vahiy ile ilgili görüşlerinin
tasviri ve tahlilini amaçlamaktadır. Bu bağlamda daha çok,
nebinin sahip olduğu yetiler incelenecek, bu konunun bir parçası
olan din ele alınmayacaktır. Her iki düşünüre göre vahiy, din ve
felsefenin ortak bir konusudur. Onların vahiy hakkındaki
düşüncelerini, bilgi ve siyasetle ilgili yazılarında bulabiliriz.
Fârâbî ve İbn Sina’nın vahiy teorisi, Faal Akıl, rasyonel nefs ve
muhayyile gücü çerçevesinde dile gelir ve vahiy, bu üç gücün
ortaklaşa çalışması sonucu açığa çıkan bir bilgi türüdür.
Abstract
The Conceptual Content of Revelation in the Philosophies
of al- Fârâbî and Avicenna
This article aims to analyze and describe the views of al- Fârâbî
and Avicenna with regard to the issue of revelation. In doing so,
we will investigate the powers and faculties that a prophet is
believed to posses without getting into the religious aspect of
these notions. According to al- Fârâbî and Avicenna, revelation is
the common theme of both philosophy and religion. We can find
their views about revelation in their political and epistemological
writings. An Al- Fârâbî’s and Avicenna’s theory of revelation
contains the notions of active intellect, rational soul, and faculty
of imagination. Revelation, then, is the kind of knowledge that all
of these three powers involve.
Anahtar kelimeler: Vahiy, Nebi-Nübüvvet, Faal Akıl, Rasyonel
Nefs, Muhayyile Gücü.
Key Words: Revelation, Prophet-Prophethood, Active Intellect,
Rational Soul, Faculty of Imagination.
Bu çalışma, Fârâbî ve İbn Sina’nın vahiyle ilgili görüşlerinin,
öncelikli olarak tespiti ve tahlilini içermektedir. Bu bağlamda daha
çok nebinin sahip olduğu ruhsal yetiler, bunların mahiyeti ve işleyişi
ile nebinin bilgilenme süreci incelenmekte olup, bu konunun bir
parçası olan din ele alınmayacaktır.
Hem Fârâbî, hem de İbn Sina felsefesinde vahiy incelemesi,
felsefe ile dinin bir ve aynı hakikati farklı bir yöntem ve üslupla dile
getirdiği tezinin bir açıklamasıdır. Vahiy konusu Fârâbî’de,
felsefesinin zorunlu bir sonucu olarak hem epistemolojisinde hem de
siyaset felsefesinde ele alınırken; İbn Sina’da hem felsefesinin
zorunlu bir sonucu olarak, hem de nübüvvetin inkarına yönelik
tezlere karşı bir savunma olarak ele alınıp incelenmektedir.
Fârâbî ve İbn Sina’nın vahiy öğretisinin üç temel unsuru Faal
Akıl, insani nefs ve muhayyile yetisidir. Bu üç unsurun birbirleriyle
olan ilişkisi, gerek nebinin sahip olduğu bilginin, gerekse de onların
topluma yönelik görevlerinin mahiyetini belirlemektedir. Biz de
öncelikle bu üç ilkenin Fârâbî ve İbn Sina’nın felsefesinde ne anlama
geldiğini konumuz çerçevesine ele alıp, sonra da vahyin kavramsal
boyutu üzeride duracağız.
Fârâbî ve İbn Sina’nın metafiziğinde oldukça önemli bir yere
sahip olan Faal Akıl, Tanrı’nın kendini düşünmesi sonucu sudur
eden bağımsız akılların sonuncusudur. Gök cisimleri ile birlikte, ay
altı dünyasındaki oluşu bu akıl belirlemektedir. O, yeryüzü dünya-
sında maddeye suretleri vererek (vahibu’s-suver) cisimlerin varlığa
gelişine ve düşünen nefsi aydınlatarak yetkinleşmesine neden
olmaktadır1. Burada konumuz açısından önemli olan Faal Aklın
kozmolojik yönünden çok epistemolojik tarafıdır. Bir başka ifadeyle
tanrısal olanın insani olanla buluşma noktasında yer alan bu kozmik
1 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, (Çeviri, Mehmet Aydın-Abdulkadir Şener-
M.Rami Ayas), Kültür Bakanlığı Yayınları İstanbul 1980, s. 24 vd.; İbn Sina,
eş-Şifa, İlahiyat I, nşr. C. Anawati-Said Zayed, Kahire 1960, s. 210 vd.
158
ilkenin, insani nefsi nasıl aydınlattığıdır. Zaten her iki filozofun vahiy
öğretisi de, böyle bir aydınlanmanın sonucu açığa çıkan özel bir
durumdur.
Fârâbî tarafından “ruhu’l-emin ve ruhu’l-kuds”2, İbn Sina
tarafından “korunmuş levha (levh-i mahfuz)”3, “ruhu’l-kuds”4,
“nakşeden kalem”5, “ateş”6 olarak adlandırılan Faal Aklın, “faal” ve
“akıl” olmak gibi iki özelliği dikkat çekmektedir. Buna göre o, “akıl”
olarak madde ve maddesel özelliklerden tamamen ayrı, soyut bir
cevherdir. “Faal” olması yönüyle ise, maddesel akılla girdiği ilişki
sonucu onu bilfiil duruma çıkaran akıldır7. Aşağıda ele alacağımız
gibi insani nefsin bütün gelişim aşamalarında Faal Aklın bir şart
olarak konulması, bu aklın kendi yapısı, bizzat insani nefsin kendisi
ve de bu nefsin elde ederek yetkinleştiği düşünülürlerin nitelikleridir.
Fârâbî ve İbn Sina felsefesinin özü, insanın Faal Aklın kılavuz-
luğunda hakikate nasıl ulaşacağının ve gerçek mutluluğu ne şekilde
elde edeceğinin tesbitinden ibarettir. Bu noktada, hem “soyut akli
bilgilerin ilkelerine”8 hem de “tikellerin tamamına tümel bir şekilde
sahip olan”9 Faal Akla düşen iş, “düşünen canlıyı görüp gözetmek ve
insan için gerekli olan yetkinlik derecelerinin en yükseğine yani yüce
mutluluğa (es-sa’adetü’l-kusva) ulaştırmaktır”10. Özü düşünülür
formlardan ibaret olan bu akıl, insanın yetkinliği anlamına gelen
entellektüel gelişimi, kendisinde bulunan düşünülürleri, pasif
konumda bulunan insan aklına bir şekilde aktararak gerçekleştirir.
Çünkü ister Faal Akıl isterse insan açısından olsun “harici nedenden
etkilenen bir şey, o nedende bulunanın aracılığıyla etkilenir. Ya da
2 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 2.
3 İbn Sina, el-Kerâmât ve’l-Mu’cizât ve’l-Eâcib, nşr. Hasan Asî, et-Tefsîru’l-
Kur’ân ve’l-Lugatü’s-Sufiyye fî Felsefeti İbn Sina, Beyrut 1983, s. 229.
4 İbn Sina, eş-Şifa, İlahiyat II, nşr. Muhammed Yusuf Musa-Süleyman Dünya-
Said Zayed, Kahire 1960, s. 442.
5 İbn Sina, Risaletü’-l Arşiyye, nşr. Seyyid Zeynelabidin Musevi, Mecmu’ Resail,
Haydarabad h. 1354, s. 12.
6 İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbîhât II, nşr. Süleyman Dünya, Beyrut 1992, s. 392
7 Fârâbî, İdeal Devlet (el-Medinetü’l-Fazıla), (Çeviri, Ahmet Arslan), Vadi
Yayınları, Ankara 1997, s. 88 vd.; İbn Sina, Risale fi’l-Hudud, Tis’u Resail,
Kahire 1908, s. 80-81.
8 İbn Sina, eş-Şifa, Tabiiyyat II, en- Nefs, nşr. C. Anawati-Said Zayed, Kahire
1975, s. 208 (Sonraki atıflarda sadece eş-Şifa, Nefs şeklinde olacaktır).
9 İbn Sina, İsbatü’n- Nübüvvât fî Te’vili Rumuzihim ve Emsalihim, nşr. Michael
Marmura, Beyrut 1968 , s. 44. (Çeviri, “Nübüvvetin İspatı ve ‘Nebilerin’ Sembol
ve Benzetmelerinin Yorumu Üzerine”, Hüseyin Aydın-Enver Uysal-Hidayet
Peker. U.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 7, Cilt 7, Bursa 1995. Bu eser
bundan sonra Nübüvvât olarak belirtilecektir).
10 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 2.
159
her etkilenen, kendisini etkileyen nedende bulunanın benzeri
aracılığıyla etkiyi kabul edenden etkilenir”11.
Fârâbî ve İbn Sina’ya göre insan, organik varlık tabakasının en
üst seviyesini teşkil eder ve diğer canlılardan sahip olduğu düşünme
gücüyle ayrılır. Bir imkanlar varlığı olan insanın entelektüel gelişimi
de ancak bu imkanlar üzerinden açığa çıkabilir. Dolayısıyla insanı
diğer canlılardan ayıran ve onun bir insan olarak belirmesinin
nedeni olan düşünme gücü, varlığının başlangıcında, düşünülür
formları kabul edecek yatkınlıktan başka bir şey değildir. Her iki
filozof da düşünme gücünü akıl olarak adlandırmakta ve nazari
(teorik) ve ameli (pratik) olarak ikiye ayrıldığını belirtmektedirler.
Nazari akıl, insanın kendisiyle bilgiyi oluşturduğu güç iken, ameli
akıl sanatlar ve pratik birtakım işlerle ilgilidir12. Ancak konumuz
açısında önemli olan teorik akıldır.
“Bazen düşünen (natık) nefs, kutsal nefs, ilahi sır; bazen de
gerçek kalp, zihin (nuhiyy), cevher-asıl (lübb)… olarak isimlendirilen
ve çocuk-yetişkin, deli-akıllı, hasta-sağlıklı insan türünün bütün
bireylerinde mevcut olan”13 teorik aklın, düşünülür suretler karşı-
sındaki konumu, onun derecelerini ortaya koymaktadır. O, varlığının
başlangıcında düşünülür suretleri kabul edici bir yatkınlıktır. Teorik
aklın bu derecesi maddesel (bilkuvve-heyulani) akıl olarak adlan-
dırılır. Bu durumdaki insan çeşitli bilme imkanlarıyla donatılmış
olmasına rağmen, bu imkanların hiç birisi henüz eyleme dönüşme-
miştir. Ayrıca sahip olunan bilme imkanlarını harekete geçirecek
kavram ve önerme türünden bilgilerin varlığından da söz edilemez14.
Maddesel aklın bilfiil duruma yükselmesi, kendisinde ilk
düşünülürlerin (el-ma’kûlâtü’-ûlâ) oluşmasıyla gerçekleşir. Bu akıl
özünde bilfiil olmadığı için, kendisini bilkuvve durumdan bilfiil
duruma yükseltemez. Dolayısıyla kuvve halindeki aklın, bilfiil hale
gelmesi için bir başka nedene ihtiyaç vardır. “Çünkü güç halinde
bulunan her bir şey, etkin bir duruma ancak etkin olan bir başka
neden tarafından çıkartılabilir”15. İşte bu harici neden Faal Akıldır.
O, kendisinde bulunan düşünülür formları maddesel akla vererek
onu bilfiil kılar. Burada Faal Aklın, kuvve halindeki akla verdiği
11 İbn Sina, Risale fi’l-Işk, nşr. Hasan Asî, et-Tefsîru’l-Kur’ân ve’l-Lugatü’s-
Sufiyye fî Felsefeti İbn Sina, Beyrut 1983, s. 266.
12 Fârâbî, İdeal Devlet, s.91; es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 2-3, 39; İbn Sina, eş-
Şifa, Nefs, s. 32, 185 vd.
13 İbn Sina, Risale fi’l-Kelam ala’n-Nefsi’n-Nâtıka, nşr. Ahmed Fuad el-Ehvani,
Ahvalü’n-Nefs, Kahire 1952, s. 195.
14 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 88;es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 40; İbn Sina, eş-Şifa,
Nefs, s. 39; en-Necat, nşr. Muhyiddin Sabri Kürdî, Kahire 1938, s. 165; el-
İşârât ve’t-Tenbîhât II, s. 389; Risale fi’l-Kelam ala’n-Nefsi’n-Nâtıka, s. 195.
15 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 208; en-Necat, s. 193.
160
bilgiler, ilk düşünülülerdir16. Bu ilk bilgilerin elde edilmesinde
insanın hiçbir bilişsel gayreti söz konusu değildir. Onlar, uygun
yatkınlıkta ve yaratılışta olan insana ilahi ilham yoluyla yani Faal
Aklın feyezanı sonucu ulaşırlar. Fârâbî, bütün insanların bu ilk
düşünülürleri elde edemeyeceğini söylemektedir. Ona göre “her insan
bu ilk düşünülürleri alma yatkınlığında yaratılmamıştır; çünkü, her
insan yaratılışı gereği, eşit olmayan güçler ve farklı hazırlıklara
sahiptir. İnsanlardan bazıları, yaratılışları gereği, ilk
düşünülürlerden hiçbirini almaya yatkın değildir. Bazıları da –
sözgelişi deliler- onları olduklarından başka türlü kabul ederler.
Bazıları ise onları, nasıl iseler öylece kabul ederler”17. Kaldı ki, hem
maddesel aklın, hem de ilk düşünülürlerin yapısı gereği, insan
bunları kendi bilgisel imkan ve donanımlarıyla elde edemez18.
Maddesel akıl, kendisiyle ikinci düşünülürlerin kazanıldığı ilk
düşünülürleri elde edince, bilfiil akıl düzeyine yükselmiş olur.
Burada Fârâbî ve İbn Sina arasına bir fark vardır. Fârâbî, ilk
düşünülürlerin elde edilmesiyle teorik aklın, bilkuvve düzeyden bilfiil
akıl düzeyine yükseldiğini ifade ederken19, İbn Sina ‘meleke halindeki
akıl’ düzeyine yükseldiğini belirtir20.
16 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 89 vd.; es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 40; İbn Sina, eş-
Şifa, Nefs, s. 208-209; en-Necat, s. 193. Fârâbî ve İbn Sina’nın bilgi
anlayışında ilk düşünülürler (el-ma’kûlâtü’l-ûlâ), insanın duyu ve deneyle
elde edemediği, kendilerine doğuştan (fıtrî-garizî) sahip olduğu “bütün
parçadan büyüktür”, “bir şey aynı anda iki farklı yerde bulunamaz” türünden
bilgilerdir. Bunlar aynı zamanda aklın açık-seçik ilk bilgileri olarak
isimlendirilir. İkinci düşünülürler (el-ma’kûlâtü’s-sâniye) ise, insanın birinci
düşünülürlerden sonra kendi çabalarıyla elde ettiği, bilimlere ait diğer bilgileri
içerir.
17 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 40-41.
18 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 88; İbn Sina, Mebhas ani’l-Kuva’l-Nefsâniyyeti, nşr.
Ahmed Fuad el-Ehvani, Ahvalü’n-Nefs, Kahire 1952, s. 168. İbn Sina, ilk
düşünülürlerin insan tarafından oluşturulamayacağı ile ilgili olarak şöyle
demektedir: “Cevherî aklı (teorik akıl) çocuklarda düşünülür suretlerden
tamamen yoksun olarak buluruz. Daha sonra herhangi bir düşünme (reviyye)
ve öğrenim söz konusu olmaksızın açık-şeçik düşünülürleri orada buluruz.
Bu düşünülür suretler ya duyu ve tecrübe veya ilahi feyz sonucu orada
meydana gelmişlerdir. Ancak bu düşünülür suretlerin orada tecrübe sonucu
meydana gelmeleri mümkün değildir. Çünkü idrak ettiğin bir hükme aykırı
bir şeyin varlığına inanmazsın. Bunun için tecrübe zorunlu bir hüküm ifade
etmez…Aynı şekilde duyusal idrakle nesneler hakkında vereceğimiz
hükümlerin tamamı, idrak ettiğimiz ve etmediğimiz bütün nesneler için
geçerli olamaz. Zira idrak etmediğimiz bir şey, idrak ettiğimize aykırı olabilir.
(Mesela) bizim ‘bütün parçadan büyüktür’ tasavvurumuz, her bir parçayı ve
her bir bütünü idrak etmemiz sonucu oluşmuş bir tasavvur değildir”. İbn
Sina, Mebhas ani’l-Kuva’l-Nefsâniyyeti, s. 176.
19 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 89.
20 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 39; en-Necat, s. 165.
161
İbn Sina’ya göre teorik akıl “düşünülürlerden, kendileriyle
ikinci düşünülürlere (el-ma’kûlâtü’s-sâniye) ulaşılan birinci
düşünülürlerin maddesel güçte meydana gelmesiyle mümkün güç
durumuna yükselir”21. Bu güce oranla da bu derece ‘meleke
halindeki akıl’ olarak adlandırılmaktadır. İbn Sina’nın meleke
halindeki akıl ile ilgili görüşleri, onun vahiy teorisi açısından oldukça
önemlidir. Aşağıda da ifade edeceğimiz gibi, bu akli seviyedeki
bilginin mahiyeti ile vahyin mahiyeti bir noktada buluşmaktadır. O
da, kısaca, bu düzeydeki bilginin tamamının Faal Akıl tarafından
insana verilmesi yani insanın bunları elde etmek için bilişsel bir
çabanın içine girmemesi ve bu bilgilerin duyu ve deneyle elde
edilememesinden dolayı mutlak doğru bilgiler olmasıdır. Filozofa
göre, insan ancak bu tür bilgileri elde edip meleke halindeki akıl
seviyesine ulaştıktan sonra, aklın üçüncü aşaması olan bilfiil akıl
seviyesine erişebilir.
İnsan, Faal Aklın yardımı neticesinde elde ettiği ilk bilgileri
kullanarak, ikinci düşünülürlere sahip olur ve bilfiil akıl seviyesine
yükselir. Mantık, matematik, fizik ve metafizik gibi çeşitli bilimlere
ait bilgiler de, bu aşamada, insanın kendisini bir öğretim sürecine
sokmasıyla mümkün olur. Dolayısıyla, bilfiil akıl seviyesine ulaş-
mada insanın bilgisel bir gayreti söz konusudur22.
Ancak burada şunu belirtmemiz gerekir ki, teorik aklın tüm
aşamaları boyunca, bir başka ifadeyle insanın bilgilenme sürecinde
nihai noktada bilgiyi veren Faal Akıldır. Bilgi söz konusu olduğunda
insana düşen, ilk düşünülürler kendisinde oluşunca, bilinçli bir
bilme etkinliğinde bulunmasıdır. Bütün bunlardan sonra ancak,
teorik aklın Faal Akılla girdiği ilişki (ittisal) bilgiyi açığa çıkartabilir,
yani Faal Akıl, insani nefse feyezan eder23. Çünkü bilme bir
düşünmedir ve “bütün düşünmeler (efkâr ve teemmülât) nefsi,
feyezanı kabul etmeye hazır hale getiren hareketlerdir”24. İşte bütün
bunların olup bittiği akli seviye, bilfiil akıl düzeyidir.
Teorik aklın bilfiil akıl düzeyinden sonraki aşaması, müstefad
akıl seviyesidir. Bilfiil akıl seviyesinde, ciddi bir istek ve arzuyla
çeşitli bilimlerde derinleşen insan, belirli bir noktadan sonra Faal
Akıl ile iletişiminde -çünkü bilgilenmenin her aşamasında bu ilahi
ilke zorunlu bir şart olarak düşünülmüştür- bir alışkanlık kazanır ve
yeni baştan bir öğrenim süreci yaşamaksızın bilgiyi kabul edebilir.
İşte böyle bir durumdaki insan “düşünülür suretleri kendisinde hazır
olarak bulur, onları bilfiil düşünür ve bu düşünüşünü de bilfiil
21 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 39; en-Necat, s. 165.
22 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 89-90; İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 40; en-Necat, s. 166;
Mebhas ani’l-Kuva’l-Nefsâniyyeti, 168-169.
23 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 88 vd.; İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 208.
24 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 208; el-İşârât ve’t-Tenbîhât II, s. 393.
162
bilir”25. Aynı anlamda olmak üzere Fârâbî şöyle demektedir: “Münfail
aklı bütün düşünülürlerle mükemmelleşen her insan, bilfiil
düşünülür ve bilfiil akıl olunca ve kendisindeki düşünülürleri
bilmeye başlayınca, kendisinde bilfiil bir akıl meydana gelir ki, bu
akıl derece bakımından münfail akıldan daha yüksektir. Maddeden
tamamen ayrıdır ve Faal Akla daha yakındır. İşte bu akla, müstefad
akıl denilir”26.
Esasen insanın Faal akıl ile iletişimi, ya da ondan bilgiyi alması
iki şekilde gerçekleşir. Birincisi dolaylı bir kabul ediştir. Şöyle ki,
insan, duyum, muhayyile gibi çeşitli bilme araçlarıyla, duyulur
nesneden tikel formları soyutlayıp akla aktarınca, Faal Aklın nuru,
duyuların akla ilettiği bu tikel form ve anlamlara ve aynı zamanda
akla akar (işrak-tecelli); ve akıl da bunun sonucu olarak düşünü-
lürlere sahip olur. Bu durum tikel olanın tümel olana, duyulurun
düşünülüre dönüştürülmesi anlamına da gelmektedir27.
Aklın bilgiyi Faal Akıldan direkt olarak alması ise, ya maddesel
akıl düzeyinden bilfiil akıl (İbn Sina’da bilmeleke akıl) düzeyine
yükselirken elde edilen ilk düşünülürlerde olduğu gibidir ya da
müstefad akıl düzeyinde Faal Akılla kurulan yakın ilişkideki gibidir.
Çünkü filozof ve nebi gibi birtakım insanlar sahip oldukları üstün
bilgi mekanizmaları sayesinde, ilahi inayetin bir gereği olarak, bilgiyi
dolayısız bir biçimde Faal Akıldan alabilirler28. İbn Sina direkt veya
aracısız bilgi alışını, ateşin doğrudan doğruya ibriği ısıtmasını;
dolaylı bilgi alışını ise, ateşin ibrik aracılığıyla suyu ısıtmasını örnek
olarak vermektedir29.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Fârâbî’ye göre teorik
aklın son aşaması, müstefad akıl düzeyi iken; İbn Sina buraya son
bir halka daha ilave eder ki, bu da ‘kutsi akıl’ seviyesidir. Ona göre
insanlar içinde öyle kimseler vardır ki, onlar sahip oldukları bilgisel
donanımlar ve imkanları harekete geçirmeden de bilgiyi alma, daha
doğrusu Faal Akıl ile ittisali gerçekleştirme yeteneğine sahiptirler. Bu
yeteneğe sahip olan kimse “sanki her şeyi kendiliğinden biliyor
gibidir. (Onun sahip olduğu) bu yetenek, derecelerin en üstünüdür.
Maddesel aklın bu durumunu ‘kutsi akıl’ olarak isimlendirmek
gerekir. Ve bu (kutsi akıl), bilmeleke akıl cinsindendir ki o, diğer
25 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 40; en-Necat , s. 166.
26 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 105-106.
27 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 208; en-Necat, s. 193; el-İşârât ve’t-Tenbîhât II, s.
393; İbn Sina’da teorik akıl ile Faal Aklın ilişkisi konusunda bkz. Herbert A.
Davidson, AlFârâbî, Avicenna, and Averroes, on Intellect, Oxford 1992, s. 74
vd.
28 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 106; İbn Sina, , Mebhas ani’l-Kuva’l-Nefsâniyyeti, s.
176.
29 İbn Sina, Nübüvvât, s. 42.
163
insanların ortak olamayacakları gerçekten yüksek bir derecedir”30.
İbn Sina’nın bu ifadeleri de göstermektedir ki, bilginin elde
edilmesinde birtakım insanlar, sahip oldukları duyusal ve akılsal
güçlerini, duyulur ve düşünülür objeler üzerine yoğunlaştırmadan,
herhangi bir bilişsel çabanın içine girmeksizin, yani dış ve iç
yetileriyle soyutlamalar yaparak kavram ve önermeleri yeni bir sentez
ve analize tabi tutmadan ve bu doğrultuda bazı zihinsel süreçleri
yaşamadan bilgiyi elde etme ve Faal Akıl ile iletişime geçme
yeteneğine sahip olabilirler. Bu yeteneğin en üstün derecesi de,
nebilerin sahip olduğu ‘kutsi akıl’ seviyesidir31. Burada vurgulanması
gereken nokta, Fârâbî’ye göre Faal Akıl ile en üst düzeyde ittisal için,
teorik aklın tüm aşamalarının başarıyla geçilmesi zorunlu bir şart
olurken, İbn Sina için, böyle bir durum bazı insanlar için gerekli
değildir.
Her iki filozofta da nübüvvet mekanizmasının Faal Akıl ve natık
neftsen sonraki üçüncü unsuru muhayyile yetisidir. Muhayyile
yetisi, onların bilgi teorilerinde ve psikolojilerinde asli bir unsur
olmakla birlikte, nübüvvet ya da vahiy öğretilerinde de önemli fonksi-
yonlar üstlenmektedir. İnsani nefsin bir yetisi olan muhayyile gücü,
insanın bilgi elde etme sürecinde merkezi bir konumda bulunmak-
tadır. Muhayyile yetisinin işlevi ve değeri, her iki filozof tarafından
taktir edilmekle birlikte, bazı yönlerden farklılıklar arzetmektedir. Bu
nedenle bu gücün psikolojik ve epistemolojik boyutunu, her iki
filozofa göre ayrı ayrı ele almakta yarar vardır.
Fârâbî’ye göre “düşünen canlının nefsi, düşünme, arzu etme,
hayal ve duyum güçlerinden oluşur”32. İnsanın bilgilenme sürecinde
bu güçlerden her biri, kendine özgü bir işlevi üstlenmektedir. Duyum
ve düşünme güçleri arasında bulunan muhayyile yetisi de etkinliğini,
arzu gücü ile birlikte bu güçlerle ilişkileri çerçevesinde gerçekleş-
tirmektedir. Bu yeti, bir yandan duyu güçlerinin kendisine sunduğu
duyulur suretler üzerinde faaliyette bulunurken, diğer yandan
düşünme yetisine hizmet eder. Duyum güçleri idraklerini gerçekleş-
tirirken, duyulur nesneyi karşıda şart koşarken, muhayyile yetisi
için bu şart geçerli değildir. Yani o, duyulur nesnenin varlığının
şimdi ve burada olmasını şart koşmadan, onlardan duyu güçlerinin
soyutladığı suretleri birleştirip ayrıştırarak yeni suretler oluşturur ve
aynı zamanda bunları muhafaza eder. Her ne kadar muhayyile
yetisinin idrak ettiği suretler maddeden bağımsız ise de maddesel
bağıntılarından tamamen arınmış değildirler, yani tikel karakterli-
dirler. Bunun nedeni ise, her ne kadar ruhsal bir yeti de olsa,
etkinliğinde bedensel bir varlığa ihtiyaç hissetmesidir, ki bu bedensel
30 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 219; en-Necat, s. 167.
31 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 220.
32 Fârâbî, es-Siyasetü’l-Medeniyye, s. 2.
164
organ kalptir. Ve duyum güçlerinde olduğu gibi, diğer organlara
dağılmış yardımcıları da yoktur33.
Muhayyile yetisinin, duyum güçleriyle olduğu gibi, arzu gücü
ve akılla da bir ilişkisi mevcuttur. Bilgi söz konusu olduğunda
duyum, muhayyile ve akıl güçleri yeterli iken, bunların idrakleri
neticesinde ortaya çıkabilecek bir irade ve istek için arzu gücü
gereklidir. “Çünkü irade, duyusal algı veya tahayyül veya akılsal
kuvvetle idrak edilen bir şeyi arzu etme veya ondan kaçınma isteği ve
bu şeyin kabul mu edilmesi, yoksa red mi edilmesi gerektiği üzerinde
bir karar vermedir”34.
Muhayyile yetisi, her ne kadar ruhsal bir yeti olarak nefsani bir
güç ise de, bedene bağımlılığı sebebiyle, akıl ile girdiği ilişkide,
düşünülürleri duyulur suretlere benzeterek idrak edebilir. Bu durum
soyut varlıkların idrakinde de geçerlidir. Ancak bu benzetme
herhangi bir şekilde değil, düşünülür suretlere uygun düşecek bir
biçimde olmalıdır. Mesela “o, İlk Neden, cisim dışı şeyleri ve gökler
gibi en üstün düzeydeki akılsalları, görünüşü güzel olan ve en üstün,
en mükemmel duyusallarla; en alt, en aşağı düzeydeki akılsalları da
görünüşü çirkin olan duyusallarla taklit eder”35. Muhayyile yetisinin
bu taklit ve benzetme etkinliği ile diğer yetilerin karşısındaki pasif
konumundan kurtulup, kendine özgü etkinliğinde bulunduğu uyku
hali ve buna paralel uyanıklık durumundaki idrakleri, Fârâbî’nin
nübüvvet öğretisinin temelini oluşturmaktadır.
Fârâbî’den daha ayrıntılı bir idrak teorisi geliştiren İbn Sina,
beş dış duyuya ilave olarak beş iç duyu daha zikretmektedir ki
bunlar, ortak duyu, musavvira, mütehayyile, vehim ve hafıza güçle-
ridir. Ona göre iç idrak yetileri içerisinde en işlevsel olan mütehayyile
yetisi “hayvani nefse nisbetle hayal kurma (mütehayyile), insani
nefse nisbetle düşünme (müfekkire) olarak adlandırılır. Yeri beynin
orta boşluğudur. Görevi, musavvira gücünün koruduğu suretlerin
bir kısmını başka suretlerle birleştirmek veya ayrıştırmaktır”36.
Hiçbir şekilde duyulur nesneyle karşı karşıya gelmeyen muhayyile
yetisi, sadece ortak duyunun idrak ettiği ve musavvira gücünde
korunan duyulur suretler üzerinde değil, aynı zamanda kendisi ve
vehim gücü tarafından idrak edilen ve hafıza gücünde saklanan
anlamlar üzerinde de etkilidir. Bu bağlamda o, herhangi bir sureti
33 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 76-77.
34 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 77.
35 Fârâbî, İdeal Devlet, s. 95, Fârâbî’nin Faal Akıl, teorik akıl ve muhayyile yetisi
ile ilgili olarak bkz. Yaşar Aydınlı, Fârâbî’de Tanrı-İnsan İlişkisi, İz Yayıncılık,
İstanbul 2000, s. 67 vd., 88 vd., 136 vd.; İbrahim Hakkı Aydın, Fârâbî’de Bilgi
Teorisi, Bil Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 89 vd.
36 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 36; en-Necat, s. 163; el-İşârât ve’t-Tenbîhât II, s. 382;
el-Kerâmât ve’l-Mu’cizât ve’l-Eâcib, s. 227.
165
diğer bir suretle veya bir anlamı başka bir anlamla ilişkilendirdiği
gibi, suretler ve anlamlar arasında da birleştirme ve ayrıştırma
yaparak yeni idrakler gerçekleştirir. Ve bu idraklerin tamamı
maddeden ayrı olup, maddesel bağıntılarından arınmış değildir37.
Fârâbî’den farklı olarak İbn Sina, muhayyile yetisinin idraklerini,
kendi dışındaki iki gücün, musavvira ve hafıza güçlerinin muhafaza
ettiğini belirtir. Çünkü ona göre, “idraki gerçekleştiren yeti, idraki
koruyan yetiden farklıdır”38. Ayrıca yukarıda da ifade edildiği gibi,
Fârâbî’ye göre, muhayyile yetisinin organı kalp iken, İbn Sina’ya
göre, bu yetinin organı beyindir.
Muhayyile yetisinin, duyularla olduğu gibi akılla da bir ilişkisi
vardır ve bu noktada bu güce, düşünme (müfekkire) gücü
denilmektedir. İnsanın bilgi oluşturması sürecinde, sahip olduğu
bütün duyusal güçler gerekli ama yeterli değildir. Her bir duyusal
güç, bilginin oluşumunda belirli bir katkı sağlamakla beraber, bu
düzeydeki bilgi tikel karakterlidir ve insanı gerçek mutluluğa
götürecek düşünülürler henüz elde edilmemiştir. İşte duyulur olanın
düşünülür olana dönüştürülmesi sürecinde müfekkire gücü devreye
girmektedir. Şöyle ki, müfekkire yetisi, duyusal güçlerden elde ettiği
tikel suretleri akla aktarır. Ancak bu bilgiler henüz tikel olduğu için,
akıl gücü onları olduğu şekliyle kabul edemez. Bu noktada, Faal
Aklın aydınlatması neticesinde, müfekkirenin akıl gücüne sunduğu
duyusallar, düşünülür kılınır. Ayrıca aklın, Faal Akıldan kabul ettiği
düşünülür suretler de, duyulur olana dönüştürülürken, yukarıdaki
işlemin tam tersi işlemektedir. Böylece gerek duyulur olanın
düşünülür olana dönüştürülmesinde ve gerekse tam tersi bir
durumda, Faal Akıl, teorik akıl ve muhayyile yetisi birlikte iş
görmektedirler. Burada Fârâbî ve İbn Sina arasında önemli bir fark
daha açığa çıkmaktadır. Bu da, Fârâbî’ye göre Faal Akıl, muhayyile
yetisiyle direkt ilişkiye geçebilirken, bu durum İbn Sina için geçerli
değildir. Ona göre Faal Akıl ancak kendi cevherine benzeyen bir şeyle
ilişki kurabilir ki, bu da teorik akıldır39.
Buraya kadar yapılan açıklamalarda vahiy ve nübüvvet meka-
nizmasının unsurları ve bu unsurların işleyiş tarzı ortaya konulmuş
oldu. Bundan sonra yapılması gereken şey, bu mekanizma içerisinde
dile gelen vahyin kavramsal boyutunun, her iki filozof tarafından
37 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 51-52; en-Necat, s. 170.
38 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 36; en-Necat, s. 163; el-Kerâmât ve’l-Mu’cizât ve’l-
Eâcib, s. 227.
39 İbn Sina, eş-Şifa, Nefs, s. 208 vd., en-Necat, s. 193 vd.; el-İşârât ve’t-Tenbîhât
II , 393 vd.; Muhayyile yetisinin etkinliğinin ayrıntılı bir analizi için bkz. Ali
Durusoy, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Alemdeki Yeri, M.Ü.İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s. 103 vd.
166
Description:Fârâbî ve İbn Sina'nın vahiy teorisi, Faal Akıl, rasyonel nefs ve muhayyile gücü ortaklaşa çalışması sonucu açığa çıkan bir bilgi türüdür. Abstract.