Table Of ContentEserin Orijinal Adı:
EL-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN
El-Mîzân Tefsiri
Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ
Cilt-2: Bakara Sûresi, 183-286.Ayetler
Yayıncı:Kevser Yayınları
AYETLERİN MEÂLİ
183- Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı. Umulur ki
sakınırsınız.
184- Sayılı günler. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa, tutama dığı günler
sayısınca başka günlerde tutar. Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak
kadar fidye vardır. Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç
tutmanız -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.
185- Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan Kur'ân, onda indirilmiş tir; insanlara
yol gösterici, doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini kapsayan Kur'ân.
Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa,
tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dile
mez. Bu, sayıyı tamamlamanız içindir. Ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı
büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Şu üç ayetin ifade tarzları arasındaki uyum, öncelikle bunların birlikte nazil olduklarını
gösterir. Çünkü ikinci ayetin başındaki "Eyya-men ma'dudat (=sayılı günler)" ifadesi birinci
ayette yer alan "es-siyam (=oruç)" ifadesi ile ilintili bir zarftır; üçüncü ayette yer alan "Şehru
ramazan (=ramazan ayı)" ifadesi de mahzuf müptedanın haberidir. Bu müp-teda da "sayılı
günler" ifadesine dönük gizli bir zamirdir. Bu durumda "sayılı günler"den kasıt ramazan ayı
olur. Veya "şehru ramazan" ifadesi, mahzuf bir haberin müptedasıdır. İfadeyi böyle algıladığı
mız zaman gramatik açılımı şöyle olur: "Ramazan ayı, odur oruç tutmak üzerinize farz kılınan
ay." Ya da "şehru ramazan" ifadesi birinci ayette yer alan "Sizlerin üzerinize oruç farz kılın
dı." cümlesindeki "es-siyam" kelimesinin bedelidir. Hangi gramatik açılımı esas alırsak ala
lım, burada "şeh-ru ramazan (=ramazan ayı)" ifadesi ile, içinde oruç tutulması farz kılınan sa
yılı günlerin açıklanması, izahı kastedildiği anlaşılır. Şu hâlde üç ayeti bir bütün olarak düşün
mek, aynı konuyu izleyen, yani ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğunu vurgulayan bir
ayetler grubu olarak algılamak gerekir.
İkinci olarak söz konusu üç ayetin akışı, ayetlerin birinci yarısının, ikinci yarısı için bir ön
hazırlık konumunda olduğunu göstermektedir. Şunu demek istiyorum: İlk iki ayette, ifade tar
zı kişilerin huzursuzluğunu dindirmek, kararsızlığını yatıştırmak, huzur ve istikrara kavuşma
larını, bunalım ve belirsizlikten kurtulmalarını sağlamak amaçlı bir giriş niteliğindedir. Çünkü
konuşmacının amacı, daha sonra teklif edilecek hükmün ya da sunulacak haberin özü itibariy
le muhataba ağır geleceğinden dolayı, uygulamasından emin olmadığı bir konuyu açıklamak-
1
tır. Bu yüzden ilk iki ayeti oluşturan her cümlede muhatabın zihninin orucu yadsıyıcı unsurla
rı ve huzursuzluğu arttırıcı endişeleri bertaraf edecek, gönlü huzur ve istikrara kavuşturacak
ve insanın istikbar ve büyüklük taslama sıfatını kıracak konulara değinilerek Ramazan ayı
orucunun kolay ve hafif bir şekilde yasalaştırılmasına sevk edildiği görülür; şöyle ki söz
konusu ayetlerde orucun sağladığı dünyevî ve uhrevî yararlarının yanı sıra bu hükmün yürür
lüğe konulması hususunda göz önünde bulundurulan hafifletici ve kolaylaştırıcı öğeler hatırla
tılıyor.
Bu yüzden 'Ey iman edenler, üzerinize oruç farz kılındı." ifadesi ile, oruç farz bir ibadet
olarak yürürlüğe girdiği belirtilir belirtilmez, hemen ardından şu cümleye yer veriliyor: "Siz
den öncekilerin üzerine farz kılındığı gibi" yani oruç ibadetini ağır ve altından kalkılmaz gör
meniz size yakışmaz. Sizin üzerinize böyle bir ibadetin farz kılınmış olmasından ürkmeyin.
Çünkü bu hüküm ilk defa sizin için yürürlüğe konulmuş değildir. Aksine, sizden önceki top-
lumlara da farz kılınmış bir ibadet, sizden önceki milletler hakkında da yürürlüğe konulmuş
bir hükümdür oruç. Siz oruç tutmakla yükümlü tutulmuş ilk ümmet değilsiniz. Kaldı ki, bu
hükmü yürürlüğe koymakla, sizin imanınız aracılığı ile arzuladığınız bir sonucun gerçekleş
mesi umuluyor. O da Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse için azıkların en hayırlısı olan
"takva"dır. Sizler de müminler olduğunuza göre, bu hayırlı azıktan kaçınamazsınız. Bu anla
mı, "umulur ki, sakınırsınız." ifadesinden algılıyoruz.
Ayrıca sizin ve sizden önceki toplulukların "takva" niteliğine kavuşmanız amacına yöne
lik olarak konulmuş olan bu ibadet, tüm vaktinizi ve hatta vaktinizin çoğunu bile almıyor.
Tersine sayıları belli, az miktardaki günleri oruçla geçirmek durumundasınız. "Sayılı günler"
ifadesi bu mesajı vermeye dönüktür. Çünkü ifadenin orijinalindeki "günler" manasına gelen
"eyyam" kelimesinin "nekre (=belirsiz)" kılınma sı küçültme, önemsizleştirme amacına yöne
lik bir kuraldır. Bir şeyin "sayılı" olarak nitelendirilmesi de o şeyin basitliğine yönelik bir işa
rettir. Nitekim bir ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli dirhe
me sattılar." (Yûsuf, 20)
Aynı şekilde "bu hususta" ağır gelebilecek, ona güç yetiremeyecek kimseler de gözetil-
miştir. Onun için de şöyle bir çıkar yol belirlenmiş: Kendisini zora sokmayacak, kendisine
ağır gelmeyecek bir fidye versin. Bu fidye ise, "yoksulları doyurması"dır. Bunu da "kim hasta
ya da yolculukta olursa... bir yoksulu doyurabilecek kadar fidye vardır..." şeklinde iletmiştir.
Bu amel özünde sizin lehinize hayır barındırdığına göre ve sizin için elden geldiğince hafifle
tici ve kolaylaştırıcı çözümler üretildiğine göre sizin için en uygunu onu gönül rızasıyla yerine
getirmeniz, ondan kaçınmamanız, ağır ve meşakkatli görüp yüksünmemenizdir. Çünkü bir iyi
liği gönül rızası ile işlemek onu istemeyerek yapmaktan her hâlükârda daha iyidir. Bu mesajı
"Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır." ifadesi vermektedir.
Görüldüğü gibi, bu üçlü ayetler grubunun ilk üç ayetinde söz, üçüncü ayette yer alan "Öy
leyse sizden kim bu aya şahit olursa, onu tutsun." direktifine ön hazırlık oluşturma amacı etra
fında dönüp dolaşıyor. Buna göre, ayetler grubunun birinci ayetindeki "Oruç size yazıldı." ifa
desi, farz kılınışın gerçekleştiğinin bildirimi niteliğindedir. "Ey iman edenler, öldürülenler
hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara 178) "Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer
geride bir hayır bırakmış sa, anaya, babaya ve yakın akrabaya... vasiyette bulunma sı farz
kılındı." (Bakara, 180) ayetlerindeki gibi, bir hükmün ilk kez inşası söz konusu değildir. Çün
kü öldürülenler hakkında öngörülen kısas cezası ve anne-babaya ve akrabalara vasiyette bu
lunma ile oruç arasında fark vardır. Şöyle ki öldürülenler hakkında kısas hükmünü uygula
mak, maktulün yakınlarının içinde galeyana gelmiş intikam duygusu ile örtüşmektedir. Katilin
elini kolunu sallayarak dolaştığını ve işlediği suçun ceza sını görme den sağ-salim hayat sürdü
2
ğünü görmekten kaynaklanan içgüdüsel kinin yatıştırılmasına uygun, yatıştırıcı, dolayısıyla
rahatlık la benimsenen bir uygulamadır.
Aynı şekilde yakın akrabaya yönelik doğal şefkat ve acıma duyguları, insanı anne-babaya
ve akrabalara, özellikle sürekli bir ayrılığın arifesinde bulunulan ölüm anında, vasiyette bu
lunmaya yönelik iticidir. Dolayısıyla bu ikisi, yani kısas ve vasiyete ilişkin hükümler doğal
olarak insanlar tarafından kabul görürler, insan tabiatının gereksinimiyle örtüşür niteliktedir
ler, aralarında doğal ve vazgeçilmez bir ilinti vardır. Bu yüzden, onlardan ön hazırlıkla, ortamı
uygun hâle getirmekle söz etmek gereksizdir. Oruca ilişkin hükümde ise, durum farklıdır. Bir
kere oruç, nefisleri en çok arzuladıkları, şiddetle eğilim gösterdikleri yeme, içme ve cinsel bir
leşmeden yoksun bırakmaktadır. Bu yüzden bu yükümlülük insan doğasına ağır gelir. Nefis,
oruca karşı isteksiz davranır. Dolayısıyla böyle bir hükmün halkın genelinin teşkil ettiği mu
hataplara açıklanmasında bir takım ön hazırlıklara ihtiyaç duyulur. Bunların böylesine ağır ve
meşakkatli bir hükmü kabul etmeleri için psikolojik ön hazırlığa uygun ortamı kollamaya, gö
nüllerini hoş tutmaya, bu hükmü doğaları ile uzlaşır bir üslupla sunmaya gerek vardır.
Bu yüzden, "Size kısas yazıldı..." ve "birinize ölüm geldiği zaman... vasiyette bulunmak
yazıldı." ayetleri hükmün doğrudan inşaî biçimde sunuluşunu ifade etmişlerdir. Bunun için bir
girişe, psikolojik bir ön hazırlığa gerek duyulmamıştır. "Size oruç yazıldı." ayetinde ise, farklı
bir üslup kullanılmıştır. Yani bir hükmün varlığından söz edilmiştir. Hükmün direk konulma
sına bir ön hazırlık olarak, varlığının bildirimi yönüne gidilmiştir. Sonunda ise, "Sizden kim
bu aya şahit olursa, onu tutsun." denilerek, iki ayetteki yedi değerlendirme cümlesinin ardın
dan direktif verilmiştir.
183) Ey iman edenler!
Bu şekilde bir hitabın yöneltilmiş olması, sahip oldukları iman niteliğinin hatırlatılması
amacına dönüktür. Bu yüzden iman niteliğini taşıdıklarını hatırlayınca canlarının çektiği arzu,
ihtiras ve alışkanlıkları ile uyuşmazsa bile Rablerinden gelen hükmü kabul etmeleri gerekir.
Kısas ayeti de bu hitapla başlanmıştı. Çünkü birçok topluluk ve millet kısas hükmünü gerekli
görüyor olsalar bile, Hıristiyanların katili affetmeyi, onu öldürmeye tercih ettikleri duyulmuş
tu.
Sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı.
Yazma deyiminin anlamı bellidir. Ayrıca kinaye yoluyla "farz kılma" "azmetme" ve "ke
sin hüküm" anlamlarını da ifade eder. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah, 'Andol-
sun, ben galip geleceğim ve elçilerim de!' diye yazmıştır." (Mücadele, 21) "Onların önden
takdim ettiklerini ve eserlerini biz yazarız." (Yâsin, 12) "Biz onda, onların üzerine yazdık: Ca
na can..." (Mâide, 45)
"es-Siyam" ve "es-savm"; bir işten el çekme, onu yapmama anlamına gelen iki mastardır.
"Yemek yemekten, içmekten, cinsel birleşmeden, konuşmaktan ve yürümekten kaçınmalı, bu
tür işleri yapmamak" gibi... Denebilir ki: Bu mastar (es-savm=oruç) sadece nefsin istediği, ca
nın çektiği şeylerden kaçınmak ve bunlardan sakınmak demektir. Daha sonra şer'î literatürde,
3
"bir niyete dayanarak güneşin doğuşundan batışına kadar belli şeylerden kaçınma" anlamını
ifade etmeye başlamıştır.
Ayette geçen "Sizden öncekiler" deyimi ile, İslâm dininin doğuşundan önce, Musa ve İsa
gibi bir peygamberin öğretisine göre bir inanç ve hayat sistemi sürdüren geçmiş ümmetler
kastedilmiştir. Çünkü bu deyim, Kur'ân-1 Kerim'de, kullanıldığı bütün yerlerde bu anlamı çağ
rıştırır. Yoksa, "Sizden öncekilere yazıldığı gibi" ifadesi; tüm şahısları kapsayacak ya da em
sal oluşturacak bir genellik esas alınarak kullanılmamıştır. Yani bu demek değildir ki; Oruç
ibadeti istisnasız bütün peygamberlerin ümmetlerine farz kılınmıştı. Ve yine, onların üzerine
farz kılınan orucun, zaman, nitelik ve özellik itibariyle bizim üzerimize farz kılınan orucun
aynısı olduğu anlamı da çıkmaz. Ayet-i Kerime'de emsal oluşturacak husus, orucun aslı ve bir
şeylerden kaçınmadır. Tüm özelliklerde tıpatıp bir benzerlik söz konusu değildir.
"Sizden öncekiler" deyimi ile genel olarak dine inanan ümmetler kastedilmiştir. Kur'ân-ı
Kerim bunların kimler olduğunu, isimleriyle be-lirtmemiştir. Şu kadarı var ki, "Yazıldı" ifade
si, bunların semavî dinle-re mensup ümmetler olduklarına ve orucun vahiy yoluyla kendileri
ne farz kılındığına ilişkin bir ipucu niteliğindedir. Bu gün Yahudi ve Hıristiyanların elinde bu
lunan Tevrat ve İncil'de, orucun farzlığına ve vacipliğine ilişkin bir kayıt yoktur. Ancak her
iki kitap oruç ibadetini öven, önemini vurgulayan ifadeler içermektedir. Gerek Yahudiler ve
gerekse Hıristiyanlar günümüze kadar, senenin bazı günlerinde oruç tuta gelmişlerdir; et ye
meme, süt içmeme, yemekten ve içmekten kaçınma... gibi; Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Zekeri-
ya'nın ve Hz. Meryem'in konuşma orucu tuttuklarından söz edilir. Hatta diğer kitaplarda oruç
ibadetinin semavî dinlere mensup olmayan topluluklar arasında da uygulandığı nakledilmiştir.
Örneğin eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve Romalıların oruç tuttukları nakledilmiştir. Gü
nümüzde Hindu putperestler de oruç tutarlar. İleride değineceğimiz gibi, oruç esas itibariyle,
insanın öz yaratılışının yol göstericiliği ile tespit edebileceği bir ibadettir.
Bazı zayıf rivayetlere dayanılarak "Sizden öncekiler" deyimi ile Yahudilerin,
Hıristiyanların ya da önceki peygamberlerin kastedildiği de ileri sürülebilir.
Umulur ki sakınırsınız.
Putperest topluluklar bir suç işlediklerinde ya da bir günaha irtikap ettiklerinde veya bir
ihtiyaçlarının karşılanmasını arzuladıklarında, tanrılarını hoşnut etmek, onların kabaran öfke
lerini yatıştırmak için oruç tutarlardı. Bu durum orucu bir anlaşma, bir değiş tokuş konumuna
getirmiştir. Tanrının ihtiyacı gideriliyordu. Karşılığında da kulun ihtiyacını gidermesi bekle
nirdi. Diğer bir ifadeyle kulun rızasının gerçekleşmesi için, tanrının rızasına başvurulurdu.
Oysa Allah, kendisi hakkında yoksulluk veya muhtaçlık ya da etkilenme yahut eziyet görme,
incinme gibi durumların tasavvur edilmesinden daha yücedir. Zaten O, her türlü noksanlıktan
münezzehtir. Dolayısıyla, bir ibadetin sebep olduğu güzel bir sonuç -hangi ibadet ve hangi so
nuç olursa olsun- kula döner, yüce Allah'a değil. Aynı durum günahlar için de geçerlidir. Ni
tekim yüce Allah bir ayet-i Kerime'de şöyle buyuruyor: 'Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik
etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz o da kendi aleyhinizedir." (İsrâ, 7)
Kur'ân-ı Kerim, evrensel öğretisi ile, isyan ve itaatin sonuç larını, yoksulluk ve muhtaçlık -
tan başka bir fonksiyonu bulunmayan insanoğluna döndürürken, işte bu gerçeğe işaret ediyor.
Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise, hiç bir şeye
ihtiyacı olmayandır." (Fâtır, 15) Özelde, oruç ibadeti gündeme getirilirken de, insanın bu ko
numuna "Umulur ki sakınırsınız." ifadesiyle işaret ediliyor. Takva olgusunun, oruç ibadeti
aracılığı ile elde edilebilirliğinden kuşku yoktur. Çünkü her insan öz yaratılışının (fıtrat) ilham
4
etmesi ile bilir ki; arınmışlık ve yücelik âlemi ile iletişim kurmak, kemal ve ruhanilik derece
lerine ulaşmak isteyen biri, öncelikle bedensel arzularını tatmin alışkanlığını sürdürmekten
arınmalı, bedensel ihtiraslara boyun eğmekten kaçınmalı ve yerin cazibelerine saplanıp kal
maktan kurtulmalıdır.
Kısacası, kendisini Rabbi ile ilgilenmekten alıkoyacak uğraşılardan uzak durmalıdır. Tak
va olarak ifade edebileceğimiz bu durum ancak oruç ve ihtiraslara, arzulara gem vurma ile
gerçekleşebilir. Buna en elverişli ortam, hem dünya ve hem de ahiret eğilimli bütün insanların
durumuna en uygun ve etkili uygulama ise, genel olarak insanların yeme, içme ve cinsel bir
leşme gibi mubah arzularından sakınmalarıdır ki, haram nitelikli arzularından sakınma alış
kanlığına kavuşabilsinler. İradelerini günahlardan kaçınma ve yüce Allah'a yaklaşma yönünde
eğitsinler. Çünkü, yüce Allah'ın, mubah nitelikli alışkanlıklara ilişkin çağrısına olumlu karşı
lık veren, çağrıyı duyan ve uyan biri, haram nitelikli alışkanlıklara ilişkin çağrısını daha bir iç
tenlikle duyar ve daha bir içtenlikle uyar.
184) Sayılı günler.
Bu ifadenin orijinali "fi" harf-i cem takdir edilerek, zarf üzere mensup olduğu ve "es-si-
yam" ifadesiyle ilintili olduğu kabul edilir. Daha önce "eyyam (=günler)" kelimesinin "nekre
(=belirsiz)" kılınmış olmasının, yükümlülüğün önemsizleştirilmesine, yükümlüyü cesaretlen
dirip ibadetin özündeki meşakkati küçümsemesini sağlamaya dönük olduğunu vurgulamıştık.
Yine "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirilmiştir." ifadesinin "günler" ifadesinin açıklama sı ko
numunda olduğuna, yani "günler"le 'Ramazan ayı"nın kastedileceğine değinmiştik.
Bazı müfessirler, "Sayılı günler" ifadesi ile, her ayın üç günü ve Aşura günü orucu kaste
dilmiştir." görüşünü ileri sürmüşler. Bazıları da "üç günden maksat, her ayın on üç, on dört ve
on beşinci günler ile A-şura günü orucudur. Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a) ve ilk
Müslümanlar bu günlerde oruç tutuyorlardı. Daha sonra yüce Allah, "Ramazan ayı... Kur'ân
onda indirilmiştir." ayetini indirerek, sözünü ettiğimiz bu uygulamayı yürürlükten kaldırmış
(neshetmiş) bunun yerine, Ramazan ayında oruç tutmayı nihai bir farz olarak yürürlüğe koy
muştur." görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüşü savunanlar, kanıt olarak Ehlisünnet ve'l-Ce-
maat kanalları ile rivayet edilen birçok hadisi ileri sürmüşlerdir. Ancak bu rivayetler de kendi
içlerinde bir takım çelişkiler ve karşıtlıklar barındırmaktadır.
Yukarıdaki görüşün asılsızlığı öncelikle şundan bellidir: Denildiği gibi oruç genel ve kap
samlı, yani herkesi doğrudan ilgilendiren bir ibadettir. Eğer, durum söyledikleri gibi olsaydı,
tarih bunu kaydederdi, ayrıca bu hükmün yürürlüğe konuluşu ve yürürlükten kaldırılışı hak
kında din bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı baş göstermezdi. Halbuki durum böyle
değildir ve her iki konuda çelişkiler mevcuttur. Demek ki durum onların sandıkları gibi değil
dir. Ve yine Aşura gününün, gerek farz ve gerekse müstehap nitelikli olarak her ayın üç günü
nün sonuna bir İslâmî bayram gibi eklenmesi, Emevîlerin -Allah'ın lâneti üzerlerine olsun- bir
uydurmasıdır. Bilindiği gibi, Ümey-yeoğullan o gün Taff=Kerbela vakıasında Resulullah
efendimizin (s.a.a) soyunu ve Ehlibeytini kadın, erkek, çocuk ve yaşlı demeden kılıçtan geçir
miş ve o günde mallarına el koymuşlardı. Sonra da bu günü kutsal addettiler. Bayram olarak
ilan ettiler. Bu günün anısına bir de oruç hükmünü yürürlüğe koydular. Onunla ilgili faziletler,
bereketler icat ettiler. Aşura gününün İslâmî bir bayram olduğuna, daha doğrusu Musa ve
5
İsa'nın gönderilişinden itibaren Yahudiler ve Hıristiyanlar ve hatta cahiliye dönemi Arapları
tarafından kutlana gelen bir evrensel bayram olduğuna ilişkin hadisler uydurdular. Oysa bun
ların hiçbirisi doğru değildir. Sözü edilen günün ulusal bir özelliği de yoktur, ki Farsların
Nevruz gününe benzer bir şenlik günü, bir ulusal bayram olarak kabul edilsin. O gün büyük
bir olay, büyük bir fetih gerçekleşmemiştir ki, Resulullah'ın bi'set (peygamber olarak görev
lendirildiği gün) ya da doğum günü gibi, dini bir kutsal gün olarak kutlansın. Dini bir yönü de
yoktur. Dolayısıyla Ramazan ve Kurban bayramları gibi kutlanmasını gerektiren bir olay söz
konusu değildir. Şu hâlde sebepsiz yere bir günü ululamanın, kutsal bilmenin ne anlamı var
dır?
İkincisi; "ramazan ayı..." diye başlayan, üçüncü ayet, akışı itibariyle, ayrı olarak inmediği
ni, kendisinden önceki ayetlerin içerdikleri hükümleri nesheder nitelikte olmadığını göster
mektedir. Çünkü ifadenin zahirine baktığımız zaman "ramazan ayı" ifadesinin mahzuf müpte-
danın haberi ya da mahzuf haberin müptedası olduğunu görürüz. Nitekim açıklamamızın ba
şında buna değindik. Böyle olunca da, "Sayılı günler" ifadesinin açıklaması niteliğinde olduğu
dolayısıyla, bu üç ayet birlikte nazil olmuş ve bir tek amacı vurgulamaya, yani Ramazan ayın
da oruç tutmanın farz olduğunu haber vermeye dönük olduğu rahatlıkla anlaşılır. "Ramazan
ayı..." ifadesi müpteda olarak algılanır, "Kur'ân onda indirilmiştir." ifadesi de onun haberi ola
rak değerlendirilirse, bu ayetin bağımsızlığını ve tek başına inmeye elverişli oluşunu gerektiri-
ci mahiyette olsa da, bu ayetin önceki ayetleri neshetmesini gerektirmez. Çünkü bu ayetle, ön
ceki ayetler arasında olumsuz öğeler söz konusu değildir. Kaldı ki, nesih olayının gerçekleş
mesi için hükümler arasında tam manasıyla zıtlık ve çelişki olması gerekir.
Bundan daha zayıf olan bir görüş de -sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla- şudur: Üçlü ayet
ler grubunun ikinci ayeti, yani "Sayılı günler.." diye başlayan ayet, birinci ayeti, yani "Sizden
öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı..." ayetini neshetmiştir. Şöyle ki: Oruç daha ön
ce Hıristiyanlara farz kılınmıştı. Onlar Hz. İsa'dan sonra, bu ibadete bazı eklemelerde ve azalt
malarda bulundular. Nihayet elli günde karar kıldılar. Sonra yüce Allah, söz konusu üçlü ayet
ler grubunun ilk ayetinde bu ibadeti Müslümanlar hakkında yürürlüğe koydu. Resulullah
(s.a.a) ve ilk Müslümanlar, başlangıçta bu şekilde oruç tutuyorlardı. Ta ki yüce Allah "Sayılı
günler..." diye başlayan ayeti indirinceye kadar. Böylece önceki hükmü yürürlükten kaldırıp
yerine bir başka hükmü indirdi.
Bu görüş önceki görüşten daha tutarsız ve yanlışlığı daha belirgindir. Önceki görüşle ilgili
olarak meydana çıkan tüm kuşkular bu görüş için de geçerlidir. Ayrıca ikinci ayetin birinci
ayeti bütünleyici oluşu (üçüncü ayetin, ikinci ayeti bütünleyici oluşundan) daha belirgin ve
daha açık bir değerlendirmedir. Yukarıdaki görüşü savunan zatın ileri sürdüğü rivayetlerinse,
Kur'ân ayetlerinin zahirine ve akış bütünlüğüne ters düştükleri açıktır.
Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günler
de tutar.
İfadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi, ayrıntılandırma amacına yöneliktir. Dolayısıyla
cümle "size yazıldı" ve "sayılı" ifadelerini açıklayıcı bir ayrıntı niteliğindedir. Yani, oruç ke
sin olarak üzerinize yazılmış bir farzdır ve orucun farz kılınışında sayılı günler göz önünde
bulundurulmuştur. Nasıl, oruç farzının aslından el çekilmiyorsa, sayılardan da (orucun sayılı
günlerde tutulur olmasından da) el çekilemez. Diyelim ki, oruç hükmünü sayılı günlerde, yani
Ramazan ayında yürürlükten kaldıran hastalık ve yolculuk gibi bir etken baş gösterdi, bu, Ra
mazan ayının dışında, başka sayılı günlerde oruç tutmayı önleyici nitelikte değildir. Mükelle
fin ramazan ayının dışında tuttuğu oruçlar, sayılı olarak Ramazanda kaçırdığı günlere eşit ol
6
malıdır. Nitekim ulu Allah üçüncü ayette, buna şu şekilde işaret ediyor: "Sayıyı tamamlama
nız için..." Buna göre "sayılı günler" ifadesi, oruç ibadeti dolayısıyla karşı karşıya kalınacak
zorlukları küçümseme amacına yönelik bir kullanım olduğu gibi, "sayı" olgusunun oruç iba
detinin farz kılınışının, ve yürürlüğe konuluşunun bir esasını oluşturduğunu da ifade etmekte
dir.
Ayrıca hastalık, sağlığın karşıtıdır. Yolculuk anlamına gelen "sefer" kelimesi ise, köken
olarak "açığa çıkma" anlamını ifade eder. Sanki "yolcu" yolculuğu için barınağı ve sığınağı
konumundaki evinden ortaya ve açığa çıkıyor. Bana öyle geliyor ki; "Ya da yolculukta" ifade
sinin kullanılmış olması, buna karşın "ya da yolcu" şeklinde bir ifadenin kullanılmamış olma
sı, mazide ya da gelecek zamanda değil de, eylemin şimdiki zamanda gerçekleştiğine yönelik
bir işarettir.
Bazı kimseler -Ehlisünnet ve'l-Cemaat ulemasının büyük çoğunluğu- şöyle bir görüş ileri
sürmüşlerdir: "Sizden kim hasta ya da yolculukta olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka
günlerde tutsun." ifadesi ile ruhsat kastedilmiştir, azimet değil. Dolayısıyla hasta ve yolcu
olan kimse, oruç tutmayı ya da iftar açmayı tercih etme hususunda serbesttir. Oysa ki önceden
de belirttiğimiz gibi "başka günlerde tutsun." ifadesinin zahirinden anlaşılan, azimettir (yani
hasta ve yolcu olan birisi mutlaka iftar açmalıdır.) ruhsat değil (yani bu konuda tercih hakkına
sahip değildir). Bu görüş Ehlibeyt İmamları'ndan ve Abdurrahman b. Avf Ömer b. Hattab,
Abdullah b. Ömer, Ebu Huüreyre ve Urve b. Zübeyr gibi bazı sahabelerden rivayet edilmiştir.
Kanıtları ise, "Başka günlerde tutsun." ifadesidir.
Bunun için Ehlisünnet ve'l-Cemaat uleması ayette bir yoruma başvurmuşlardır. Onlara gö
re ayetin takdiri şöyledir: Kim hasta ya da yolculukta olursa ve iftar ederse, bu durumda tut
madığı günler sayısınca başka günlerde tutsun.
Öncelikle: Yaptıkları bu takdir, ayetin zahirine ters düşüyor. Böyle bir takdir ancak kari
neyle geliştirilebilir. Halbuki ifadede buna ilişkin en ufak bir karine yoktur.
İkincisi: Bu takdiri kabul edecek olursak dahi, bu hükmün ruhsat olduğunu göstermez.
Çünkü konum yasamaya (teşri) ilişkindir. "Kim hasta veya yolculukta olursa ve iftar ederse"
şeklinde bir ifade kullanmamız durumunda bu, en fazla, iftar etmenin günah olmayacağı bila
kis vacibi, müstehap ve mubahı kapsayacak şekilde caiz olacağı anlamını ifade eder. Bunun,
gereklilik ifade etmeyen bir caizlik anlamında kullanılmış olmasına ilişkin bir kanıtı kesin
olarak ayetin zahirinden algılayamıyoruz. Tam tersine ayetten edindiğimiz kanıt, bu değerlen
dirmenin aksini göstermektedir. Çünkü yasama nitelikli bir ifadede açıklanması gereken bir
hususu açıklamamak, hikmet sahibi yüce kanun koyucunun (şâri) şahsına yakışmaz. Bu açık
gerçeği kimse inkâr edemez.
Zor dayanabilenle rin üze rinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır.
İfadenin orijinalinde geçen "yutikûne" fiilinin mastarı "itakat" kelimesidir, o da bazıları
nın dediği gibi, bir fiili gerçekleştirmek için tüm gücü sarf etmek demektir. Bu da fiilin bir ça
bayla ve meşakkatle gerçekleşmesini gerektirir. Orijinal metninde geçen "fidye" ise, bedel de
mektir. Burada kastedilen malî karşılıktır. Yani, ortalama olarak bir insanı doyuracak bir yiye
cekle aç bir yoksulu doyurmaktır. Hasta ve yolcu için orucu kaza etme, farz nitelikli bir yü
kümlülük olduğu gibi, fidye de farz bir hükümdür. Çünkü, "ve... üzerinde" ifadesi açıkça be
lirli bir vacipliği ifade eder, ruhsat veya muhayyerliği değil.
7
Konuya ilişkin olarak şöyle bir görüş de ileri sürülmüştür: Cümle, ruhsat bildirir nitelikte
dir. Sonra da neshedilmiştir. Buna göre, yüce Allah oruç tutmaya güç yetirebilen tüm insanla
rı, oruç tutmakla, tutmadığı her bir güne karşılık bir yoksulu doyurmak üzere iftar etme ara
sında serbest bırakmıştır. Çünkü o sıralarda henüz insanlar oruç tutmaya hazır değildiler. Belli
bir süre geçip de insanlar oruç ibadetini tutabilecek olgunluğuna erişince yüce Allah bu ruhsa
tı içeren ayeti nes-hetti, onun yerine "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ayetinin
içerdiği hükmü yürürlüğe koydu. Bu görüşü benimseyenlerin bir kısmı da: "Bu son ifade, güç
süz olmayanlara ilişkin hükmü yürürlükten kaldırmıştır. Yaşlılara, hamile ve emzikli kadınla
ra ilişkin, fidyeyi caiz kılan hüküm hâlen yürürlüktedir." demişlerdir.
Andolsun bu, Kur'ân'la oynamaktan, ayetlerini parça parça kılmaktan başka bir şey değil
dir. Bu üç ayet üzerinde durup düşündüğün zaman, bunların aynı ifade tarzına sahip, cümlele
ri arasında uyum bulunan, birbirini pekiştirici nitelikte ve bir tek mesajı vermeye dönük ol
duklarını görürsün. Fakat bu ayetleri bir ve bitişik olmaktan çıkarır, yukarıdaki görüşü savu
nanların söyledikleri gibi parça parça ele alırsan, ayetlerin ahenginin bozulduğunu, cümleler
den bazısının bazısını reddettiğini, sonunun başı ile çeliştiğini görürsün. Mesela bir yerde,
"Sizin üzerinize oruç yazıldı." denirken, bir başka yerde, "Sizden oruç tutmaya gücü yetenler
iftar edip ve fidye verebilirler" deniyor. Bir diğer yerde, "Ramazan ayına şahit olduğunuz za
man tümünüzün oruç tutma sı gerekir." denile rek, oruç tutmaya güç yetirenlerin fidye vererek
iftar etmelerine ilişkin hüküm neshediliyor, bunun yanında oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin
fidye vermelerine imkân tanıyan hüküm yürürlükte kalıyor. Halbuki, ayet-i kerime'de, güç ye-
tiremeyenlere ilişkin bir hüküm yoktur. Ancak denebilir ki: Ayetin orijinalinde geçen
"yutîkûnehu (=ona güç yetirenler)" ifadesi, nesih olayından önce güç yetirmeye delalet edi
yordu, nesih olayının gerçekleşmesinden sonra ise, güç yetirememeye delalet eder oldu. Bu
ise, ayetlerin ortasında yer alan, "Ona güç yetirenler" ifadesinin, ayetlerin başında yer alan,
"Sizin üzerinize oruç yazıldı." ifadesini neshetmesini gerektirir. Çünkü arada bir karşıtlık söz
konusudur. Böyle olursa, ortada bir sebep yokken, ayet "güç yetirme" kaydını içermiş olur.
Ayrıca, ayetlerin sonunda yer alan, "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ifadesinin
de, ayetlerin ortasında yer alan "Ona güç yetirenler" ifadesini neshediyor olması gerekir. O
zaman ayet, sadece oruç tutmaya güç yetirenlere ilişkin hükmü neshetmiş olur, oruç tutmak
tan aciz olanlara ilişkin hükmü değil. Oysa nesheden ayet, mutlaktır, hem güç yetireni, hem
güç yetiremeyeni kapsayacak bir genelliktedir. Ortaya çıkan manzaraya bakılırsa, nesheden
hükmün bu kapsayıcılığına karşın neshedilen hüküm sadece oruç tutmaya güç yetirenleri kap
sıyor, güç yetiremeyenleri değil. Oysa onlara ilişkin fidye hükmünün devam etmesi isteniyor.
Kısacası bu yaklaşımın fasit olduğunda hiç kuşku yoktur.
Bir nesih olayının ardından gelen bir başka nesih olayına bir de "ramazan ayı" diye başla
yan ifadenin "sayılı günler..." diye başlayan ifadeyi neshedişini eklediğinde ve "sayılı gün
ler..." diye başlayan ifadenin de "Sizin üzerinize oruç yazıldı." diye başlayan ifadeyi neshetti-
ğini düşündüğün zaman ortaya ilginç bir manzara çıkıyor.
Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır.
Ana ifadenin orijinalinde geçen "et-tatavvu" kelimesi "et-tav" kelimesinin "tefe'ul" kalıbı
na uyarlanmış türevidir. İsteksizliğin karşıtıdır. Bir işi gönül hoşluğuyla ve isteyerek yapmak
demektir. Gramerde "te-fe'ul" kalıbı, alma kabullenme anlamını ifade eder. Buna göre, "tatav-
vu" kelimesi, bir fiili gönül hoşluğuyla, isteyerek, yüksünmeden, yüzünü ekşitmeden gerçek
leştirmektir. Bu fiilin zorunlu nitelikli olup olmaması önemli değildir. "Gönülden yapma"
kavramının, kullanım olarak müstehap ve mendup nitelikli fiillere özgü kılınması, Kur'ân'ın
8
inişinden sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni ise Müslümanlar arasında, gönülden yapılan iş
lerin mendup olduğuna ilişkin bir kanaatin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Bu kanaate göre,
vacip nitelikli fiillerde bir parça zorlama vardı, çünkü burada zorunluluk unsuru ön plândaydı.
Kısacası, "gönülden yapma" kavramı, içerik ve biçim açısından, zorunlu olarak mendup
nitelikli fiillere delalet etmez. Buna göre ifadenin orijinalinin başındaki, "fa" harfi, açıklama
amaçlı ayrıntıya işaret eder. Dolayısıyla söz konusu cümle, önceki ifadenin içerdiği anlamın
bir ayrıntısı niteliğindedir. Yüce Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir ama, bu durumda
şöyle bir anlamın belirginlik kazandığını söyleyebiliriz: Oruç ibadeti sizin üzerinize yazılmış
bir farzdır. Bu farz kılmada, sizin iyiliğiniz ve çıkarınız gözetilmiştir. Ayrıca bu yükümlülük
sizi önceki toplulukların safına yerleştirmektedir. Kaldı ki, size özgün bir takım hafifletici ve
kolaylaştırıcı öğeler de göz önünde bulundurulmuştur. Şu hâlde bu ibadeti gönülden yerine
getirin, isteksiz davranmayın. Çünkü bir insanın bir iyiliği gönülden yapması onu istemeyerek
yapmasından daha hayırlıdır.
Bu açıklamaların ışığında şöyle bir husus belirginlik kazanıyor: "Kim gönülden bir hayır
yaparsa" ifadesi sebebin müsebbep yerine konuluşunun bir örneğidir. Demek istiyorum ki:
Gönülden yapmanın mutlak olarak hayırlı oluşu, gönülden oruç tutmanın hayırlı oluşunun ye
rine konulmuştur. Tıpkı şu ayet-i kerime'de olduğu gibi: "Kesin olarak biliyoruz ki, onların
söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Al
lah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'âm, 33) Yani; sabret ve kesinlikle üzülme, çünkü onlar
seni yalanla mı yorlar.
Denebilir ki: "Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır." cümlesi, ken
disinden önce yer alan "Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye var
dır." cümle si ile bağlantılıdır. Buna göre şöyle bir anlam karşımıza çıkıyor: Kim bir yoksulu
doyurma hususunda gönülden bir hayır yaparsa, bir yoksulun yiyeceğinden fazlasını verirse,
örneğin iki yoksulu doyurursa veya bir yoksula iki yoksulun yiyeceğini verirse bu, kendisi
için daha hayırlıdır.
Bu görüşe şöyle bir karşılık verilebilir: Az önce de öğrenmiş bulunduğun gibi, "gönülden
yapma" kavramının müstehap nitelikli fiillere özgü kılınışını haklı çıkaracak bir kanıt yoktur.
Kaldı ki, ifadede, önceki hükmü ayrıntılandırma nüktesi de gizlidir. Halbuki, fidyeye ilişkin
hükme, bir ek olarak "gönülden yapma" ayrıntısını getirmenin bu noktada makul bir izahı
yoktur. Bununla beraber "Kim gönülden bir hayır yaparsa" ifadesinde, arttırma nitelikli bir
gönüllülüğe yönelik bir delalet yoktur. Çünkü gönülden hayır yapma, gönülden arttırma de
mek değildir.
Oruç tutmanız -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.
Bu cümle, kendisinden önceki ifadenin anlamını bütünler niteliktedir. Daha önce de de
ğindiğimiz gibi, bu takdirde şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Sizin üzerinize bir farz olarak
yazılmış bulunan oruç ibadetini gönülden yerine getirin. Çünkü bir hayrı gönülden yapmak
daha hayırlıdır. Oruç ise, sizin için bir hayırdır. Şu hâlde orucu gönülden tutmak, hayır üstüne
hayırdır.
Bu noktada şöyle bir görüş ileri sürülebilir: "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ifa
desi, sadece mazeret sahibi kimselere yönelik bir hitaptır, oruç ibadetinin farz olarak yazılışı
nın muhatabı konumundaki tüm müminlere değil. Çünkü ifade, zahiren oruç tutmanın daha iyi
olacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu, oruç terk etmeye engel değildir. Şu hâlde konuya
9
uygun nitelik müstehaplıktır, vaciplik değil. Oruç tutmanın öncelikliği ve müstehaplığ hasta
ve yolcu gibi ruhsat sahibi kimselere önerilerek, oruç tutmayı iftar etmeye ve sonradan kaza
etmeye tercih etmenin müstehap olduğu ima ediliyor.
Bu aykırı görüşe vereceğimiz cevap şudur: Öncelikle bu görüşü destekleyen bir kanıt yok
tur. İkincisi "sizden kim" cümle si ile "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." cümlelerinin
hitap tarzları birbirinden farklıdır. (Birinde gayıb sıygası, birinde ise hitap sıygası kullanılmış
tır) Üçüncüsü; birinci cümlenin akışı, ruhsat ve muhayyerlik durumunu açıklamaya dönüktür.
Daha doğrusu "Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde" ifadesinin zahiri, başka günlerde
oruç tutmanın gerekliliğini vurgular niteliktedir. Nitekim bu hususa daha önce de dikkat çek
tik. Dördüncüsü; birinci cümlenin, mazeret sahibi olan kimselere ilişkin ruhsatı açıklamaya
yönelik olduğu takdir edilecek olsa dahi, cümlede oruç ve iftardan söz edilmiyor. Dolayısıyla,
"Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ifadesinin iki şıktan birinin açıklama sına yönelik
olduğu düşünülemez. Tam tersine, sadece ramazan ayı orucundan ve başka günlerde tutulacak
oruçtan söz edilmiştir. Bu durumda, açık bir belirti söz konusu olmaksızın, sırf "Oruç tutma
nız sizin için daha hayırlıdır." sözünden hareketle, ramazan ayı orucunun başka günlerdeki
oruca tercih edildiği gibi bir sonuç elde etmeye imkân yoktur. Beşincisi; sorun bir hükmü
açıklamayla ilgili değildir. Ki, tercih olgusunun ön plâna çıkışı, hükmün vacip nitelikli oluşu
ile çeliş sin. Tam tersine -daha önce de söylediğimiz gibi- sorun yasamanın (teşri) özü ile ilgi
lidir ve yasalaşan hüküm; maslahattan, hayırdan ve güzellikten beri değildir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in değişik yerlerinde şöyle buyuruluyor: 'Hemen yaratıcınıza
tövbe edip nefislerinizi öldürün: Bu, sizin için daha hayırlıdır." (Bakara, 54) 'Hemen Allah'ı
zikretmeye koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Cum'a,
9) "Allah'a, O'nun resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat
ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz." (Safi, 11) Kur'ân-ı Kerim'de bu tür
ayetler çoktur.
185) Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan Kur'ân, onda indirilmiş tir.
Ramazan ayı, kamerî Arap aylarının dokuzuncusudur. Şaban ve şevval aylarının ortasında
yer alır. Kur'ân-ı Kerim'de, ramazanın dışında bir diğer ayın adından söz edilmemiştir.
Ayette geçen "indirme" kelimesinin orijinali olan "nuzul" bir yere yukarıdan inmek de
mektir. Bu kelimenin türevleri olan "inzal" ve "ten-zil" kelimeleri arasında fark vardır. İnzal,
bir kerede gerçekleşen inişi ifade eder. Tenzil ise, peyderpey ve tedrici inişi anlatan bir keli
medir. Kur'ân, Allah tarafından peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.a) inen kitabın adıdır. Bu
isimlendirmede onun "okunan" bir kitap oluşu esas alınmıştır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i
kerime'de şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir
Kur'ân kıldık." (Zuhruf 3) Bu isim kitabın tümü için kullanılabildiği gibi bazı kısımları için
de kullanılabilir.
Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, Kur'ân'ın ramazan ayında indiğini gösterir. Bir başka
ayette ise şöyle buyuruluyor: "Onu bir Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm
bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Ayetin zahirinden ga
yet net olarak Kur'ân'ın, yaklaşık olarak yirmi üç yıl süren davet müddeti içinde aşamalı ola
10