Table Of ContentDünya
Bir Kılavuz
Göran Therborn
Çeviri: Ebru Kılıç
Dünya / Bir Kılavuz
Göran Therborn
Özgün Künye
The World / A Beginner’s Guide
© Polity Press, 2011
VERSUS KİTAP
© Her hakkı mahfuzdur.
Çeviri: Ebru Kılıç
Yayına Hazırlayan: Akın Terzi
Grafik Tasarım: Versus Kitap
1. Baskı, Mart 2012
VERSUS KİTAP
Albay Faik Sözdener Sk.
Benson İş Merkezi No:21/2
Kadıköy / İstanbul 34710
Tel: 0 216 418 27 02 (pbx) Faks: 0 216 414 34 42
www.versuskitap.com
[email protected]
ÖNSÖZ: BAŞLANGIÇTA...
Çoğumuz yeryüzüne acemiyiz. Kendi ülkelerimize; Afrika
olsun Avrupa olsun, Latin Amerika olsun Kuzey Amerika ya
da Asya’nın bir bölümü olsun kendi bölgemize daha aşinayız;
ama kıtaların tamamına aşina olmamız ender rastlanan bir
durum. Hepimiz 21. yüzyılın, en azından bir tek şey vaat
eden, geçen yüzyıldan çok farklı olacağını ileri süren bir
yüzyılın da acemileriyiz. O yüzden de bu kitap acemilere
hitap eden; bu dünyayı merak edenlerimiz, bilmek istediğimiz
her şeyi bilmeyenlerimiz; kötülük, iyilik ve bu dünyanın
kurtarılması hakkında her şeyi bilmeyenlerimiz için yazılmış
bir rehber. Genel geçer bilgiler sunmuyor; yarım asır boyunca
sosyal araştırmalar yürütmüş, insanların özgürlüğüne ve
eşitliğine, ampirik kanıtlara duyduğu şahsi tutkularla ilerlemiş
bir akademisyenin bakışını yansıtıyor.
Bu kitapta dünyanın sosyokültürel jeolojik haritasını, insan
toplumunun temel itkilerinin pusula niteliğindeki ana hatlarını
ve bunların bugün dünyada nasıl işlediğine dair özel
değerlendirmeleri, bugünkü dünya sahnesinin başlıca
aktörleriyle bir tablosunu bulacaksınız. Dünya çapında,
insanın, doğumdan başlayıp ölümden sonraki hayata uzanan
bir ömürlük yolculuğuna davet edileceksiniz. Bir anlamda bu
kitap bir başlangıç rehberi, Cambridge’teki derslerim dışında
daha önce gösterilmemiş, ama insan araştırması ve
deneyiminin engin arşivlerinden derlenmiş karelerden oluşan
bir rehber.
Bu kitap “küreselleşme”nin tozunun dumanının
yatışmasından sonra, küresel görüş mesafesi açıldığı sırada
dünyayı gösteren bir rehberdir. Karşımızda açılan manzara,
yeni bir sosyal tahayyül uzamıdır, yalnızca ulusal olmayan,
yalnızca Kuzey Atlantik bölgesinin “evren” yerine büyük
harflerle yazılması anlamına gelmeyen; birinci ya da ikinci,
katı ya da akışkan bir modernliği ya da postmodernliği ifade
etmeyen bir uzam. Bu yeni uzam, muazzam bir çeşitlilik
gösteren, karşılıklı bağımlılık ve iletişim içinde sonlu bir
gezegendir. Bu yeni dünya, dünün Kuzey Atlantik liderlerinin
medeniyetimizi onu tehdit eden barbarların karşısına diktiği
iki kutuplu dünya değil, her biri kendi canlı tarihine sahip
birçok medeniyetin bulunduğu bir dünyadır. Doğmakta olan
güçlerin, yeniden doğmakta olan kültürlerin dünyasıdır; salt
küresel piyasaların değil, alternatif olasılıkların ve farklı
ömürlerin dünyasıdır.
Entelektüel açıdan bağlar kadar çeşitliliğe ve sınırlamalara
duyarlılık gösteren, politika vazetmekten kaçınan küresel bir
sosyolojinin vakti gelmiş olabilir. Ben yarım asır önce siyaset
ve ekonomi öğrenimi görme düşüncesiyle İsveç’in Lund
kentinde üniversiteye girdim, ama öğrenimim sırasında
evrensel bir hakikatten ziyade yerel koşulları yansıtabilecek
daha bilimsel bir yaklaşım olarak sosyolojiyle tanıştım. Daha
sonra Hollanda’da siyaset bilimi kürsüsü başkanı oldum,
ekonomi-politik de her zaman zihnimde öncelikli bir yere
sahip oldu; fakat en sevdiğim akademik yazarların çoğu
tarihçilerdi, benim için bilgelik modelleriydiler. Yine de
sosyolojinin, geçmişi ve bugünüyle bir bütün olarak dünyayı
anlamak için en iyi kalkış noktasını sunduğu kanısındayım.
Sosyoloji farklı uzmanlık dallarına ve disiplinlere çok açıktır,
çoğulcudur, sınırsız ve paradigmatik olmayan bir merakın,
olabildiğince fazla kanıtı ve insan deneyimini bir araya
toplama hevesinin güdümündedir.
Fakat nihayetinde akademik disiplinler yalnızca
akademinin küçük yerleşkelerinde önemlidir, bu kitap ise
dışarıdaki dünyayla ilgilidir. Dünya yurttaşları için
akademisyen bir yurttaş tarafından kaleme alınmıştır. Bizler,
olduğumuz başka her şeyin yanı sıra gezegen sakinleri,
insanlık mensupları haline de geliverdik.
Son olarak, bir teşekkür. Ben zanaatkâr bir sosyoloğum;
masabaşı kuramcısı da değilim, araştırma yöneticisi de. Bu
kitaptaki ampirik verilerin çoğu, kendi ellerimle kazıp
çıkardığım, kurumsal veriler toplayanların yanı sıra birçok
disiplinden akademisyen meslektaşlarımdan açgözlülük ve
minnetle derlediğim meyvelere dayanmaktadır. Kültürel
değişim programıyla gelen öğrencim Maruta Herding’e
yardımları için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca sundukları o
çok zorlu ve teşvik edici öğretim deneyimi, sağladıkları
kültürler arası öğrenim ortamı için Cambridge’teki bütün
öğrencilerime de teşekkür ederim. Editörüm ve meslektaşım
Profesör John Thompson da cömert desteğinin yanı sıra
eleştirel zekâsıyla da alacaklılarım arasında bulunuyor.
Cambridge, İngiltere / Ljungbyholm, İsveç
GİRİŞ: İNSANLIK VE DÜNYASI
İnsan toplumu ve insan tarihi ancak çelişkileriyle
kavranabilir. Yirminci yüzyıl çok kan dökülen bir yüzyıl oldu.
16. yüzyıldan, Avrupa’nın Amerika kıtalarını keşfinden bu
yana en kötü yüzyıldı, aynı zamanda net nüfus artışının da
zirveye çıktığı yüzyıldı. İnsanlık tarihinin en berbat
soykırımcı ırkçılığını doğururken bize de bir tek insan
soyunun ortak, sonlu bir dünyada var olduğu bilincini miras
bıraktı.
Hepsi de bir önceki yüzyılın son çeyreğinin ürünleri olan
insan hakları, internet, “küreselleşme” ve Kyoto Protokolü,
toplumsal anlayış ve toplumsal eylem hakkında, yani insanlık
ve dünyası hakkında yeni bir ufuk açtılar. Belki Çinli belki
Amerikalı, Müslüman ya da Hindu, işçi ya da bankacı,
Afrikalı kadın ya da Avrupalı erkek, genç ya da yaşlıydık;
ama aynı zamanda ortak insanlığın mensupları haline
gelmiştik, aynı gezegenin hissedarları oluvermiştik.
Olağanüstü bir olaylar silsilesiydi. Faşizm sonrasında
1948’te yayınlanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Bildirgesi, uzunca bir süre boyunca önemsiz bir avangard
yayın olarak kaldı. Örneğin Bildirge’nin tanıdığı evlenme (ya
da evlenmeme) özgürlüğü, Afrika, Asya ve ABD’nin büyük
bölümünde, genellikle Amerika kıtasının geri kalanında ve
Doğu Avrupa’da sistematik olarak ihlal edildi; gerçi kısa süre
önce çıkarılan yasalar genç insanları usulen de olsa
ebeveynlerin denetiminden kurtardı. İnsan hakları, Af Örgütü
sayesinde 1960’larda ciddi bir mesele olarak belirmeye
başladı; jeopolitik olaraksa ancak 1970’lerin sonunda önem
kazandı. Batılı güçler bu hakları, İkinci Dünya Savaşı sonrası
Avrupa’nın sınırlarını tanıdıkları 1975 tarihli Helsinki
Sözleşmesi’ne koydurdular, komünist ya da antikomünist
Polonyalılar ve diğer Doğu Avrupalıların çoğu için önemli bir
belgeydi Helsinki Sözleşmesi. Amerika kıtasında insan
hakları 1970’lerin ikinci yarısında kilit bir mesele haline
geldi. Latin Amerika’da, Küba dışında bütün ilerici toplumsal
değişim girişimlerinin askeri diktatörlüklerle ezilmesinin
ardından, insan hakları yenilgi ortamında bir savunma aracı
haline geldi. ABD’de insan hakları, Carter yönetimi sırasında
yalnızca bir kez olumlu bir yankı buldu. Soğuk Savaş
diplomasisi ve ABD’nin Amerika kıtasında insan haklarını
tanımasının öngörülemez bir biçimde iç içe geçmesi, insan
haklarını uluslararası siyasi gündemin, Reagan ve iki Bush
yönetimi tarafından bile ihlal edilerek de olsa tanınan,
ayrılmaz bir parçası haline getirdi.
İnsan toplulukları, uzun bir süredir küresel ya da en
azından kıtalar arası, okyanuslar arası bir temas içinde
olmuştur. Antik Roma ile Çin arasında, Hindistan ile Çin
arasında yaklaşık 2000 yıl önce ticaret ilişkileri vardı.
Makedonyalı İskender’in 2300 yıl önce Orta Asya’ya
düzenlediği akın, British Museum’da bulunan Yunan’a
benzeyen Buda heykellerinde görülür. Bugün yeni olan, temas
kitlesi ve kitlelerin temasıdır; kitlelerin seyahati, kitlelerin
iletişimidir. Uydu üzerinden küresel TV yayınları geniş bir
ölçekte 1980’lerde doğdu. İnternet 1991’de kamuya açıldı.
Küresel sanal sohbet ve fotoğraf değiş tokuş siteleri
2000’lerde ortaya çıktı; bu sitelerin kısa sürede dünya çapında
on, hatta yüz milyonlarca üyesi oldu. İnternet ve uydular artık
gezegenin her köşesine ulaşıyor; oysa benim meslek
hayatımın ortalarında (1980’lerde) İtalyan postasının korkunç
vaziyeti yüzünden insan İtalya’daki meslektaşlarıyla zar zor
haberleşebilirdi.
Soğuk Savaş son bulduğunda, “küreselleşme” en popüler
sosyal kavram haline geldi; kullanımı 1990’larda patladı.
Devrin ruh hallerini yakalıyordu; ruh hallerini evet, çünkü bu
sözün hem olumlu hem olumsuz tınıları vardı. Her iki
durumda da bu söz öncelikle, mevcut olanın, her şeyden de
önce sermaye ve piyasaların, ama kültürlerin de küresel
olarak yayılmasını ifade ediyordu. Toplumsal değişimin artık
yapısal ya da kültürel bir içeriği yoktu; yalnızca ve ağırlıklı
olarak uzamsal hale gelmişti. Küreselleşme söylemiyle nasıl
bir eleştirel tartışmaya girerseniz girin, sermaye akışları,
emtia zincirleri, yabancıların iç piyasalara girmeleri, yükselen
göçler ve kültürel alışverişin yoğunlaşıp etkileşim yaratması
sayesinde, insanlığın yeni bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi
içinde olmasına dikkat çekmesi açısından bu söylem haklıydı.
İnsanlığın gezegensel çevresi ilk kez 1972’de Roma
Kulübü denilen küçük, biraz da aristokrat bir grubun
hazırladığı Limits to Growth’la gün ışığına sunuldu. Limits to
Growth, ABD’nin 1973’te Mısır ile İsrail arasındaki
Ramazan/Yom Kippur savaşında İsrail’e yardım etmesi
sonrasında yaşanan 1973-4 tarihli petrol krizi sonrasında
büyük bir yankı yarattı. Birleşmiş Milletler çevre sorununu
hızla üstlendi. 1972’de Stockholm’de, 1992’de Rio’da
konferanslar düzenlendi ve 1997 Kyoto Protokolü’yle küresel
bir yasama girişiminde bulunuldu. ABD Kongresi katılmayı
reddettiğinden, Kyoto’dan fazla somut bir eylem çıkmadı,
fakat insan eliyle yaratılmış iklim değişikliğinin neden olduğu
ortak insani çevre sorununa dair bilinç 2000’lerde
yükselmeye başladı. Birleşmiş Milletler’in 2009’da
Kopenhag’daki girişimi, eylem anlamında yine büyük ölçüde
başarısız oldu, fakat gezegenin çevre sorunuyla yüz yüze olan
bir tek insanlık olduğu yönünde neredeyse evrensel bir fikir
birliği oluşmuştu.
Bu, insanların tarihinde yeni bir durumdur: Elektronik
olarak doğrudan birbiriyle bağlantılı, uydu iletişiminin ortak
hedefi olan, küresel bir ekonomide, bir tek gezegen üstünde
bulunan ortak insanlığa dair kitlesel bir bilinç. Entelektüel
elitler arasında bir dünya cemaati hayalinin uzun bir tarihi
vardır. Avrupa geleneğinde Immanuel Kant ve
Aydınlanma’nın “dünya yurttaşı perspesktifi” (welbürgerliche
Sicht) vardır, hatta ondan önce de Dante’nin ortaçağ
evrenselciliği ve 16. yüzyılda Bartolomé de Las Casas’ın
Kızılderililerin insan olduklarını savunması gelir (bkz.
Bartelson, 2009). Bu tek entelektüel hayaldi; Kant’ın “daimi
barış” umudunu da Napolyon savaşlarının kitlesel kıyımı,
Franko-İngiliz dünya savaşının son aşaması izledi.
Ötekilik olarak dünyanın, keşifler ve fetihlere karşı kitlesel
bir merakla dolu uzun bir tarihi vardır. Strabon’dan tutun
Mercator’a kadar büyük coğrafyacılar ve haritacıların; İbn
Battuta, Marco Polo, Zheng He, Fernão de Magalhães, James
Cook, Alexander von Humboldt vs. gibi büyük seyyahlar ve
kâşiflerin entelektüel ve fiziksel cesaretlerine çok şey
borçluyuz. Ayrıca İskender’den Cengiz Han’a ve Hernán
Cortés’e, onların sonraki takipçilerine, büyük fatihlerin daha
muğlak miraslarının da varisleriyiz.
Karşımızdaki yeni zorluk, bu yeni ortak insan dünyasını
anlamak ve etkileyebilmek. En başında, ortaklığın ille de
aynılık ya da eşitlik anlamına gelmediğini kabul etmemiz
gerekiyor. Daha ziyade bugünkü insanlığa dair yerinde bir
Description:Batı'nın merkezi öneminin artık genel kabul gören bir veri olmaktan çıktığı bugünlerde yirmi birinci yüzyılın dünyası neye benziyor? Bugünün dünyasının toplumları ve kültürleri, aralarındaki bağlantılarla birlikte nasıl oluştu? İnsanlık zamanımıza nasıl geldi? Kısa