Table Of ContentDerin İmparatorluk
Orkun Uçar & Saygın Ersin
Altın Kitaplar
BİRİNCİ BÖLÜM
Kararlar ve Çarpışmalar
1
İki İstanbul
20 Şubat 1919 İşgal Edilmiş İstanbul
Sivil giyimli bir Osmanlı subayı soğuk rüzgâr altında
Elmadağ’dan Şişli’ye doğru yürüyordu. Yere yakın siyah
bulutlar, güneşi tamamen örtmüş, ortalığı geceye çevirmişti.
İnsanların suratında endişe hâkimdi. Hızlı hızlı, başlan öne
eğik yürüyorlardı.
Üç ay önce İtilaf Devletleri donanması Boğaz’a demir
atmış, toplarını sahile çevirmiş ve üç bin beş yüz askerini
karaya küsmüştü. O günden beri her gün, berbat bir kâbusu
yaşıyordu İstanbul ahalisi. Ne dışarı çıkmak ne işe gitmek ne
de çarşıya inmek istemiyorlardı. Sokağa adımlarını attıkları
anda, köşe başlarını tutmuş İngiliz devriyeleri gerçeğin okkalı
tokadı gibi suratlarında patlayıveriyordu çünkü.
Umut var mi, diye düşündü savaşlarda pişmiş asker. O an
binlerce insanm da aynı şeyi düşündüğünün farkındaydı.
Kendi kendine, varsa bile bu kentte değil, diye mırıldandı.
Durum hiç de iyi görünmüyordu... Babıâli kendini
tamamen işgalcileri memnun etmeye adamış gibiydi. Padişah
ise, işgal kuvvetlerinin işine yaradığı sürece tahtında
oturabileceğini gayet iyi biliyordu. Ordunun bir kısmı çoktan
silahını teslim etmişti. Ve Mustafa Kemal’in Harbiye Nazırı
olma isteği reddedilmişti.
Aslında kendisinin de Anadolu’da bulunan kolordusunun
başında olması, mütareke emirleri uyarınca birliklerini
“silahsızlandırması” gerekiyordu. Ama sıtmaya
yakalandığından, tedavi için İstanbul’a gelmişti. Güzel bir
vesile olmuştu bu, zira galiplerin emirlerini uygulamaya hiç
niyeti yoktu. Askerlerinin silahlarını kendi elleriyle düşmana
teslim ettiğini düşündükçe sırtından terler boşanıyor, içini en
pis sıtma nöbetinde bile yaşamadığı bir titreme kaplıyordu.
Yolda yürürken gördüğü birkaç kişilik gruplar halindeki
İngiliz subaylarına öfkeyle baktı. Her birinin yüzünü küstah
bir ifade kaplamıştı. Önlerine çıkan her şeyi ve herkesi
bakışlarıyla küçümsüyorlardı. Erleri bile farklı değildi.
Daha tenha bir sokağa sapmak için köşeyi tam dönmüştü
ki, gördüğü manzara bir anda kanını beynine çıkardı. Ceketini
omzuna almış kabadayı kılıklı bir adam üç İngiliz askeri
tarafından sokağın bir kuytusuna sıkıştırılmış,
tartaklanıyordu. Mantığı karşı çıksa da müdahale etmeye
karar verdi. Vukuata hızla yanaştı. Askerlerin bir adım
ötesinde durdu ve en otoriter sesiyle İngilizce, “Ne oluyor
burada?!” diye sordu.
Erler bir an şaşkınlık içinde sanki bir İngiliz subayı
sommuşçasına dönüp hazır ola geçtiler. Karşılarında sivil
giyimli bir Türk olmasına rağmen dik duruşundan istemeden
etkilenmişlerdi. Bir tanesi ağır bir İrlandalı aksanıyla, “Bu
adam biz geçerken önümüze tükürdü!” diye bağırdı.
Kabadayı İngilizce bilmiyordu elbette. Ona dönüp, “Senin
üzerlerine tükürdüğünü söylüyorlar,” dedi.
Kabadayı diklendi. “Suratlarına tükürmek istedim de
rüzgâr çeldi beyim. Aha benimkini dert edineceklerine yukarı
baksınlar; ha tükürük, ha yağmur.”
Haklıydı. Soğuk damlalar düşmeye başlamıştı, birazdan
sağanak hale dönüşebilirdi.
Osmanlı subayı bu cevap üzerine hafifçe güldü. Bu millete
boyun eğdirmek için üç, beş maddelik bir mütarekeden daha
fazlası gerekecek gibiydi.
İşgalci askerlere dönüp, “Kötü niyeti yokmuş. Rüzgâr
nedeniyle tükürüğü sizin önünüze gelmiş,” dedi.
“Büyütmeyin!”
Erler birbirine baktı. Mükemmel bir İngilizceyle konuşan
bu adama karşı çıkmak istemiyorlardı. Zaten yağmur da
hızlanmaya başlamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra askerlerden
biri, “Tamam ama söyleyin kimin efendi olduğunu artık
anlasın!” dedi. Arkadaşlarına küçük bir baş işareti yaptı.
Hemen toparlanıp uzaklaştılar.
Osmanlı subayı arkalarından, “Söylerim,” diye mınidandı.
“Söylerim elbet...”
Askerler uzaklaştıktan sonra kabadayı vakur bir sesle, “Sağ
olasın beyzadem,” dedi. “Gerçi ben başımın çaresine
bakardım ama...” Bu yeşil gözlü delikanlıya baktı asker.
“Lüzumsuz yere harcatma kendini. Zamanı gelince herkes bu
millete lazım olacak,” dedi.
Kabadayı bu imalı laflardan şüphelenmişti. Karşısındaki
adama kısa bir süre şüpheyle baktı. Sonra birden yüzü
aydınlanıverdi. “Dur hele dur... Ben bildim seni... Paşasın
sen!”
Asker gülümsedi. “Nereden bildin?”
“Vakit’te fotoğrafın çıkmıştı senin. Mustafa Kemal
Paşa’yla yan yana hem de... Arkadaşı mısın yoksa?”
“Öyle...” dedi asker. İçini buruk bir gurur kaplamıştı.
Katıldığı savaşlar aklına geldi. İyi dövüşmüşlerdi oysa. Nasıl
bu hale gelmişlerdi ki?... Derin bir iç çektikten sonra,
“Neyse,” dedi. “Benim gitmem gerek, kal sağlıcakla...”
Tam arkasını dönmüştü ki kabadayı koluna yapıştı. “Dur
hele paşam, bir ismini bağışla.”
Asker bir an tereddütle düşündükten sonra, “Ali Fuat,” diye
cevap verdi.
“Ali Fuat ya,” diye tekrar etti kabadayı düşmekte olan
ceketi omzuna yerleştirirken. “Sen sormadın ama ben diyim;
kayıkçıyım ben. Beşiktaş’ta Taşkafa Celal de bilirler. Bir gün
uğra da bir şey içelim.”
Ali Fuat Paşa gülümseyip kabadayının omzuna vurdu. “Söz
geleceğim. Olmadı benden selam getiren bir arkadaşımı
bekle,” dedi. Sözünü tutacaktı da... İki sene kadar sonra gelen
bir adam, paşanın selamını ve ricalarını iletecek, bunu emir
telakki eden Taşkafa Celal de örgütlediği kayıkçılarla birlikte
İngiliz depolarından çalman silahları Anadolu’ya taşımaya
başlayacaktı.
Ali Fuat Paşa yolun geri kalanında hep gülümsedi. Her
şeyin zamanı gelecekti. Ta okul yıllarından arkadaşı olan
Mustafa Kemal, 13 Kasım’da İstanbul’a geldiğinde Boğaz’a
demirleyen gemileri görüp, “Geldikleri gibi giderler,” demişti.
Umut vardı... Şimdilik sadece birkaç kişinin yüreğinde olsa
bile, umut vardı.
Şişli’deki eve vardığında hava tamamen kararmıştı.
İşlemeli tokmağı birkaç kere sertçe vurdu. Kapı, sanki
arkasında bekleyen biri varmış gibi çabucak açıldı. Paşa da
aynı hızla içeriye girdi. “Hoş geldiniz Ali Fuat Bey,” dedi
kapıyı açan kadın.
Paşa, “Hoş bulduk Fikriye,” diye karşılık verdi. Paltosunu
çıkartmaktayken, merdivenlerden aşağıya inen bir çift ayak
sesi duydu. Ev sahibi geliyordu. Paşa, paltosunu Fikriye’ye
teslim edip merdivenlere doğru yürümeye başladı. Ev sahibi
ve misafir; bu iki eski dost birkaç adım sonra buluştular ve
özlemle kucaklaştılar. Garipti. Son birkaç aydır birbirlerini
çok sık görmüşlerdi oysa. Hatta daha bir gün önce, yine bu
evdeydiler. Yanlarında Kazım Paşa ile İsmet Paşa da vardı.
Sık sık bir araya geliyorlar ve içlerindeki umudu yeşertmek
için planlar yapıyorlardı.
Kucaklaşmaları bitince eski dostu, “Nasılsın Ali Fuat?”
diye sordu. Mavi gözlerinde kalbinden kopan bir samimiyetin
ışığı vardı.
“Sağ ol Mustafa. İyiyim, hatta çok iyi,” diye yolda
başından geçeni anlattı. Mustafa Kemal gülümsedi. Tıpkı
onun gibi kabadayının dik başlılığını milletin esareti kabul
etmeyeceğine yormuştu.
Birlikte merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladılar. Bu,
Ali Fuat Paşa’yı daha da meraklandırmıştı. Çünkü Mustafa
Kemal, misafirlerini genelde alt kattaki büyük salonda kabul
ederdi. Cam dertleşmek istiyor herhalde, diye düşündü. Sık
görüştükleri doğruydu, ama çok fazla baş başa
kalamıyorlardı. Bir gün önce, diğer misafirlerle birlikte evden
çıkarken Mustafa Kemal yanma yaklaşmış, alçak sesle,
“Yarın seni tekrar bekliyorum,” demişti. “Baş başa konuşalım
biraz...” Ne de olsa Harp Okulu’ndan beri arkadaştılar.
Hukukları daha derindi.
Bu mavi gözlü, yakışıklı adam Harbiye’de tanıdığından bu
yana çok değişmişti... Daha çok yalnız başına kalan, Enver’in
kariz masına kapılmadığı için İttihat ve Terakki oluşumunda
da yükselemeyen biriydi. Bu asi tavrının aslında sağlam bir
liderlik özelliği olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Herkesi
bir araya getiren ve bir arada tutan, Mustafa Kemal’in
karizması ve cesaretiydi.
Yine bir önceki günkü toplantıda çok önemli şeyler
konuşmuşlar, Anadolu’ya geçtikleri zaman atacakları her
adımı tek tek belirlemişlerdi. İlk olarak terhis işlemleri derhal
durdurulacak, birliklerin mevcudu kesinlikle korunacaktı.
Silah ve cephane düşmana teslim edilmeyecek, birliklerin
başına genç, enerjik komutanlar getirilecekti. Direnişe destek
olacak yöneticiler korunacak, particilik mücadelesine engel
olunacak ve her şeyden önemlisi halkın morali yüksek
tutulacaktı. Fakat bunları yapabilmeleri için, bu evde toplanan
tüm komutanların, yani çekirdek kadronun bir şekilde
Anadolu’daki birliklerin başına geçirilmesi gerekiyordu.
Kendisinin böyle bir sorunu yoktu. Kolordusu Anadolu’da
kendisini bekliyordu zaten. Kazım Paşa da 15. Kolordu
Komutanlığı’na atanmıştı. Bu iyi haberdi. Diğer arkadaşlar
için de öyle ya da böyle bir hal çaresi bulunacaktı, ama
önemli olan Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçirilmesiydi.
Üst kattaki küçük odaya girdiklerinde Ali Fuat Paşa’nın
heyecanı ve merakı iyice artmıştı. Kemal Paşa sohbet edecek
gibi görünmüyordu. Düşünceli bir hali vardı.
Pencerenin kenarındaki küçük masaya karşılıklı oturdular.
Sessizlik sürüyordu. Sıkıntılı geçen birkaç saniyenin ardından
Ali Fuat Paşa dayanamayarak sordu. “Hayırdır?”
Mustafa Kemal kafasını kaldırıp arkadaşına baktı.
“Askerlerini alıp Ankara’ya gideceksin Ali Fuat. Orada
temasa geçmeni istediğim birileri var.”
Paşa şaşırmıştı. “Neden?”
Kemal Paşa elini ağır ağır ceketinin iç cebine attı ve
oldukça dolgun görünen büyükçe bir zarf çıkardı. Zarfı
masanın üzerine koymuştu ama elini üzerinden çekmiyordu.
“Ali Fuat,” diye devam etti kararlı bir sesle. “Şimdi ya da
yıllar sonra; istikbalde vaziyetimiz ne şekilde olursa olsun, bu
odada konuştuklarımız bir sır olarak kalacak, anlaşıldı mi?!
Zira biraz sonra öğreneceklerin çok ama çok mühim şeyler.”
“Anlaşıldı,” diye cevap verdi Ali Fuat Paşa. “Elbette... Sır
olarak kalacak.”
Kemal Paşa zarfı kibarca arkadaşının önüne itti. Ali Fuat
Paşa zarfı çabucak açtı ve içinden çıkan düzgünce katlanmış
bir tomar kâğıdı açıp okumaya başladı. Daha ilk harflerde,
yazının arkadaşına; Mustafa Kemal’e ait olduğunu anlamıştı.
Hızla okumaya çalışmasına rağmen her satırı, her cümleyi
dönüp bir kez ve bir kez daha okumak zorunda kalıyordu.
Çünkü elindeki kâğıtlar Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla
ilgili bugüne kadar duyulmamış bir hikâyeyi anlatıyor, hiç
dile gelmemiş bilgileri içeriyordu. Bunların Mustafa Kemal
tarafından parça parça toparlanıp bir araya getirildiği
besbelliydi. Arkadaşının bilgi kırıntıları arasında ilişki
kurmakta ne kadar usta olduğunu eskiden beri çok iyi
biliyordu.
Description:Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyeti Ya Sonra?!... Ahmet Rauf Hoca, "Kurucuları sakın küçümseme evlat," dedi. "Onlar ne istediklerini bilen, amaçlarını unutmayan, dirayetli bir örgüt. En eskisi üstelik. ERKÂN'ın yanında Masonlar çocuk, Tapınakçılar delikanlı, Haşhaşiler