Table Of ContentAUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210
Açıköğretim Uygulamaları ve Araştırmaları Dergisi
AUAd
auad.anadolu.edu.tr
Gönderme Tarihi : 19 Haziran 2017 Kabul Tarihi : 03 Temmuz 2017 *Bu bir derleme türünde makaledir.
Çalışmanın değişen anlamı ve güncel durumuna ilişkin tartışmalar
Nihal SAMSUMa
a Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi Ana Bilim Dalı, Kocaeli
Özet
Enformasyon toplumunun gelişmesiyle birlikte, yeni çalışma biçimlerinin ortaya çıkması, özellikle de “esneklik” kavramının
öne çıkması, beraberinde, çalışma ve emek ilişkisine ilişkin kuramsal yaklaşımların doğrultusuna dair dönüşümleri de
getirmektedir. 21. yy.’ın çalışma ve emek üzerine ilerleyen çalışmaları, genel çerçevede, değişen insan ihtiyaçları bağlamında
iki uca savrulmuş bir yaklaşım sergilemektedirler: Bu yaklaşımlar, ya R. Sennett’in deyimiyle “aşınan insan karakteri” üzerine
üstyapısal ve algıya yönelik dönüşümleri ele almakta, ya da hala belirleyiciliğini koruyan, “ çalışmanın materyalist
unsurlarının” merkezi önemde olduğu bir bakış açısında ısrar etmektedirler. Bu çalışmada, hem çalışmanın enformasyon
toplumundaki dönüşümüne dair geleneksel kavramların yeniden yorumlanmasına çalışılmış, hem de çalışma-emek ilişkisine dair
bütünlüklü bir tartışma zemini oluşturulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Çalışma, emek, enformasyon toplumu, esneklik.
Abstract
By the infromation society upcoming, arising the new working classes –especially the arise of flexibility- brings the transformation
of theoretical arguments about the “work” and “labour”. Studies on the work and labour in 21. Century are proceeding in the two
main way: One is about the transformation of human character, as Sennett said “corrosion of character” and the superstructural
transformations, other is about the persisting on materialist factors of working are still determinant. In this study, it has been tried
to commentate the traditional concepts of working and labour in information sociaty. It has been also tried to provide inclusive
basis for argument about the relation between the working and labour.
Keywords: Working, labour, information society, flexibility.
Kaynak Gösterme
Samsum, N. (2017). Çalışmanın değişen anlamı ve güncel durumuna ilişkin tartışmalar. AUAd, 3(3),160-210. 160
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
Giriş
Çalışma kavramına ilişkin değer değişikliklerinin sadece kapitalizme özgü olmadığını,
çalışmanın yapılandırdığı üretim ve toplum biçimlerinde duruma özgü değişiklikler olduğunu
söylemek mümkündür. Bu noktada ifade edilen değer değişiklikleri söylemi, Ronald
Inglehart’ın tezine dayanmaktadır. Inglehart, çalışmanın materyalist yorumu olarak ifade
edilen ücret ve istihdam güvencesi gibi insanın dış koşullarını belirleyen değerlerin öneminin
yitirildiğini, otonomi, kendini gerçekleştirme gibi içsel değerlerin önem kazandığına
inanmaktadır. Modern çalışmanın materyalist yorumunda değişiklikler olduğu ve sadece
zorunlu ihtiyaçlar bakımından hayatta kalmanın bir koşulu olarak bir anlam taşıdığı koşullarda,
değişimlerin olduğu meselesinin 20. yy ile beraber tartışılmakta olduğu görülmektedir. Ancak
kapitalist üretim organizasyonu en başından itibaren, ideolojik, kurumsal dönüşümlerin
farklılaşmaların bir parçasıdır (Baştürk, 2013: 10).
A. Gorz (1995: 168) bu uyuşmayı “modern-iktisadi çalışma” olarak tanımlar ve burada
belirleyici olanın “kendisi için doğrudan yararlı olmayan bir çalışma karşılığında, ihtiyacı olan
ve kendisinden başka birileri tarafından üretilmiş her şeyi satın almak.” olduğunu iddia eder.
Dolayısıyla modern anlamıyla çalışma, insanların materyal gereksinmelerini gidermeleri için
oluşturulan doğrudan bireye faydası olmayan bir iktisadi karşılık mekanizması olarak
düşünülmüştür. Inglehart 1970’lerin başından itibaren post-modernizm, ileri modernizm veya
post-endüstriyel toplumlar olarak tanımlanan dönüşümlerin aslında değerler sistemindeki
farklılaşmalar ile ilgili olduğunu ileri süren bir dizi çalışma gerçekleştirmiştir. Ulaştığı sonuçlar
dolayısıyla politik tutum farklılaşmalarıyla yaşanan dönüşümün diğer dönüşüm alanlarını da
belirlemekte olduğunu ifade etmektedir.
Çalışmaya ilişkin değerlerde ihtiyaçların değişmesine bağlı olarak yaşanan dönüşüm
bireyselleşmenin öne çıktığı kurumsal ve ideolojik farklılaşmalar, öncelikle Batı dünyasında;
sonrasında ise bunların benimsenmesiyle dünyanın geri kalan kısmında görülmektedir. İnsanlık
tarihinin daha önce görmediği biçimde materyal ihtiyaçların karşılanması için imkân ve birikim
yarattığı genel kabul görmektedir. Sonuçta insanlık, bir kaç konjonktürel istisna dışında,
dünyanın bütününde temel ihtiyaçlar bakımından sorunlarla karşı karşıya kalmamaktadır.
İhtiyaç önceliklerinin farklılaşması, değer önceliklerinin de niteliğini belirlemiştir. Ancak tüm
toplumlarda eşit şekilde gelişmeyen bu dönüşümler tersinden hala geleneksel anlamda
çalışmanın önceliklerinin risk, belirsizlik ve güvencesizliğin arttığı esnek kapitalist düzende
hala güvence, ücret gibi materyalist unsurların öne çıktığı koşulların da devam ettiğini
göstermektedir (Baştürk, 2013: 10). Kumar (2005), dönüşüme odaklanan kuramların ortak
özelliğinin politik, ahlaki ve ekonomik olanı aynı anda değerlendirmek ve bunlar arasında
161
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
bağlantılar kurarak bütüncül sonuçlara ulaşmak olduğunu iddia eder. Bu çalışma, iki çelişkiyi
aynı anda barındıran günümüz kapitalist organizasyonunun hem bireysel ifadelerde karşılık
bulan ve Sennett’in deyimiyle çalışanı aşındırarak oluşan post-modern, post-endüstriyel veya
enformasyonel olarak tanımlanan toplumlarda materyalist unsur olarak tarif edilmiş dışsal
değerlerin merkeze alınmadığı koşullar ile hem de hala belirleyiciliğini koruyan çalışmanın
materyalist unsurlarının merkezi önemde olduğu koşullar üzerinden kuramsal bir tartışma
yaratma zemini oluşturmayı hedeflemektedir. Çalışma değerlerinin esnek üretim biçiminin
yarattığı esnek karakter oluşumuna da yer vermek bu açıdan zorunludur. Bu bakımdan hem
çalışmanın yorumlanmasına ilişkin farklı yaklaşımlara hem de dönemsel bakımdan altyapısal
koşullara değinilerek birbiriyle ilişkisine bakılacaktır. Çalışmanın ve emek ile ilişkisinin daha
da karmaşık olduğu günümüzde çalışma koşullarının devamlılığını sağlayan ve onun
kurulmasında etkin rolü olan toplumsal karşılığı hakkında günümüz toplumları açısından da
nasıl bir değer dönüşümü yaşadığı da anlaşılması amaçlanmaktadır.
Çalışma Kavramına İlişkin Tanımlar ve Tarihsel Gelişim
Çalışma kavramının çok değişik tanımları ve buna bağlı olarak şekillenen çalışmaya
ilişkin yaklaşımlar mevcuttur: Etimolojik olarak eski Yunanlılar ve Romalılarda “acı”,
“yorgunluk” ve “zahmet” anlamlarına gelmektedir (Lordoğlu, Özkaplan, Törüner, 1999: 1).
Çalışma, insanın bir varlık şartı, başka bir deyişle onsuz var olamayacağı belli başlı
görünüşlerinde biri olarak da tanımlanmıştır (Berger, 1961: 213). Kant da “insan, çalışmak
zorunda olan bir varlıktır” şeklinde çalışmanın insandaki karşılığını tanımlamıştır.
Çalışmanın anlamı, birey açısından yüzyıllardır farklılaşsa da, 20. yüzyılın son çeyreğine
kadar bireyin merkezi yaşam ilgisi olmayı sürdürmüştür. Çalışmanın anlamına yönelik
araştırmaların yoğunlaşmasının nedeni, bireylerin çalışmaya yönelik bakış açılarındaki
değişim ve çalışma yaşamını etkileyen gelişmeler olarak sıralanabilir. Bazı araştırmacılara göre
son elli yılda, refah ve eğitim düzeyindeki artışa bağlı olarak çalışmaya ilişkin beklentilerde de
bir takım değişimler yaşanmaya başlamıştır. Çalışanlar açısından ücret kadar, güvenlik ve iyi
çalışma şartları önem kazanmıştır (Keser, 2010).
Çalışma kavramının anlamı ve değeri, tarihsel süreçte ekonomik gelişmeye paralel olarak
ve her toplumun normları, inançları ve değerleri tarafından belirlenmektedir. "Çalışma",
yaşamın sürekliliğini sağlayan sosyal bir faaliyet olarak, geçmişi insanlığın varoluşuna kadar
uzanan, insan yaşamının en merkezi alanlarından biridir (Tınar, 1996:3).
Çalışma olgusu; bireyler açısından gelir elde etme aracı olarak nesnel boyutta anlam
bulduğu gibi, toplumsal alanda statü ve saygınlık elde etme ile psikolojik ve sosyolojik açıdan
162
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
da önem taşımaktadır. Çalışma eylemi/etkinliği, bireylere çok yönlü fayda sağlayan araçsallık
konumuna sahiptir. Bu noktada da, çalışma, bedensel ve düşüncel gücün harcanması
karşılığında gelir elde edilmesinin ilerisinde bir kavramdır. Bireylerin yaşamlarında tatmine
ulaşmada, çalışma olgusu büyük bir yer tutmaktadır. Hayatın tümündeki tatmin, bireysel
hayatın değişik alanlarındaki tatminin basit bir toplamı olarak adlanmaktadır. Denklemin iki
değişkeni ise, ağırlıklı olarak "iş" ve "evdir" (Kumaş ve Fidan, 2005).
Giddens, çalışmanın insanların psikolojik ve ruhsal durumunda ve gündelik yaşantısında
yapısal bir unsur olmasını işin özelliklerine göre belirlendiğini ifade etmektedir. Bunlar
(Giddens, 2000:326 237); ücret, etkinlik düzeyi, değişiklik, zamansal yapı, toplumsal ilişki,
kişisel kimlik bakımından taşıdığı özelliklerdir. Nitekim Giddens, “zihinsel ve fiziksel çaba
harcanması” temeline dayandırdığı çalışmayı “iş” olarak tanımlar ve bunun “tüm kültürlerde
ekonominin temeli” olduğunu iddia eder. Giddens’a göre bu anlamda iş, “amacı insan
ihtiyaçlarını gidermek olan mal ve hizmetlerin üretiminde zihinsel veya fiziksel çaba
harcanmasını gerektiren bazı görevlerin yapılması” olarak tanımlanabilir (Giddens, 2000: 355).
Burada çalışmanın anlam karşılığının karşılığı ödenen emek olarak karşımıza çıktığı görülür.
Emek ile çalışma arasında bir kavram karmaşası olduğunu da söylemek mümkün iken Hannah
Ardent (2006: 132-133), bu duruma ilişkin çalışmanın insanın üstlendiği, dünyaya nedensellik
sağlayan, bir etkinlik olduğunu, emeği hızla tüketilen bir bedensel faaliyet olarak tanımlayarak
eşanlamlı kullanılmasına karşı bir açıklık kazandırır. Ardent’in bakışında çalışmanın sadece
gelir getirici bir unsur olarak veya bir ekonomik etkinlik olarak ele alınmadığı nedensellik bağı
ile başkaca anlamların yüklenmiş olduğu görülmektedir. Lordoğlu vd. de çalışmanın bu yönüne
işaret ederlerken “bireyin, prestij, kimlik ve belirli bir çevreye ait olma duygularının etkin
olduğu bir kavram ve süreç” olduğunu ve doğal olarak sadece ekonomik bileşenleri yönüyle
ele alınamayacağını ifade ederler.
Koray (2002: 73), “Bugünkü hâkim kültür nedeniyle çalışma hakkının, kişinin sadece
kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kişiler açısından değil, aynı zamanda yaşadığı topluma
ve insanlığa karşı üstlenmiş olduğu bir yükümlülük olarak da algılanmış” olduğunu
vurgulamıştır. “Dolayısıyla çalışma hakkını sadece bir hak değil, bir yükümlülük” olarak da
görmüştür. İnsan toplumsal bir yapı içinde var olmuştur. Tek başına yaşayamayacağı için
üretime katılmaması demek çalışmanın gerçekleşememesi demektir. Aynı zamanda da
yükümlülüklerini yerine getirememesi demektir. Etimolojik karşılığından çok farklı durumları
karşılamakta olduğunu gördüğümüz çalışma kavramına ilişkin kıstasların modern bireyin
özelliklerinin göz önünde bulundurularak belirlendiği söylenebilir. Ancak çalışma günümüze
163
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
kadar aynı ihtiyaçlar ve aynı biçimler eşliğinde sürdürülmemiştir. Dolayısıyla bunu dışındaki
dönemler de kısaca incelenecektir.
Modern Döneme Kadar Çalışmanın Tarihsel Gelişimi
Sanayi Devrimi öncesinde doğa ile iç içe bir yaşam süren ancak endüstrileşmeyle beraber
ev ve iş arasına sıkışan insan, var olduğundan bu yana yaşayabilmek için sürekli çalışmıştır.
Özellikle Sanayi Devrimi’nden önce insanlar kendi tarlasında ekip biçmiş ve ona bağlı yaşamış
ancak yaşamında bir dönüm noktası olan Sanayi Devrimi’nden sonra ise insanlık makinelere
bağımlı hale gelmiş ve hayat bu işleyişe göre planlanmıştır. Başka bir değişle, insanlık Sanayi
Devrimi ile beraber “çalışma”nın tanımı da buna paralel olarak değişmiştir (Watson, 2004:1).
Ancak bundan önce kilometre taşları olarak sayılabilecek bir takım gelişmelerden de söz
edilmektedir. M.Ö. 5000’li yıllarda “yerleşik düzene geçiş” sürecinde uygulanan “Takas
Ekonomisi”nde çalışma hayatı, günlük yaşam mücadelesi için yapılan faaliyetleri içermektedir.
Eşyanın eşya ile takas edilmesi dönemi olan bu devrede çalışma eylemleri çok sınırlı bir
çevrede meydana gelmiştir. M.Ö. 3000’li yıllarda uygulanan “Fiyata Dayalı Mübadele
Sistemi”nde çalışma hayatı ürettiğini belli bir fiyat karşılığında satma faaliyetlerini
içerdiğinden ilkel anlamda resmî bir çalışma eylemi olarak değerlendirilebilir. M.Ö. 2000’li
yıllarda uygulanan ve Birinci Aşama olarak isimlendirilen “Bimetalizm (Altın ve Gümüş Para
Kullanımı) olarak bilinen ilk defa metal paraların kullanıldığı bu dönemde alış verişlerde para
kullanılmış, ticaret hayatı önemli değişimler yaşamıştır. Ancak bu dönemde altın ve gümüşü
elinde bulunduran yine zenginler yani aristokratlar olmuş, çalışan kesim yine karın tokluğuna
çalışmak zorunda kalmıştır. 15-16. yüzyılda “İkinci Aşama” olarak isimlendirilen “Keşifler
Dönemi”nde ticari savaşlar, kölelik, sömürgecilik, hammaddenin nakli gibi tüm dünyayı saran
bir süreç başlamış ve “Küreselleşme”nin bir nevi ilk temelleri atılmıştır. Ancak bu dönemdeki
çalışma kavramı günümüzdeki çalışma kavramıyla örtüşmemektedir. Zira bu dönemlerde daha
çok esirler, köleler ve serfler çalışmakta ve bu çalışmalarının karşılığında sadece fizyolojik
ihtiyaçlarını karşılayabilmişlerdir. 17. yüzyılda “Merkantilizm ve Fizyokrasi Akımları”nın
başlaması: Bu dönemde (1692) dünyanın ilk “Merkez Bankası” İngiltere’de kurulmuş ve altın
karşılığında “banknote”; yani emanet edilen altının miktarını gösteren bir banka notu şeklinde
belgeler basılmıştır. Bu belgeler bilahare çalışma hayatının önemli bir aracı haline gelen “kâğıt
para” şeklinde insan yaşamında yerini almıştır (Ören ve Yüksel, 2012: 42-44).
Çalışma hayatının tarihsel gelişimi, insanın tarihsel süreci ile paralellik arz etmektedir.
Ancak kurumsal ve resmî anlamda çalışma, Sanayi Devrimi Dönemi ve sonrasında anlam
kazanmıştır. Çünkü Sanayi Devrimi’nden önce çalışanların çoğu köle, esir veya serflerden
164
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
oluşmaktaydı. Asiller, aristokratlar, feodal veya otokrat yöneticiler böyle bir çalışma içinde
değillerdi. Bu bağlamda çalışmanın gerçek anlamdaki tarihsel gelişiminin Sanayi Devrimi ile
başladığı söylenmektedir. Sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan sınıflardan burjuvazinin de
çalışmadığı ve işçi sınıfının sömürüsü üzerine dayalı bir ücretli kölelikten söz etmek de
mümkündür ancak bu dönemde sanayi devrimi öncesi gibi süreçlerin tamamı dışında olduğunu
söylemek mümkün değildir. Benzer şekilde çalışma bu gün burjuvazi tarafından da olumlanan
bir kavramdır, diğer yanda ise çalışmanın aşağılandığı görülmektedir. İlkel toplumlarda
çalışma olgusuna bakıldığında, bu dönemde insanların doğayı tanıma ve doğaya hâkim olma
süreçlerinin yaşandığı görülmektedir. İlkel dönemde yani ilk insan topluluklarının var olduğu
dönemde, geçimin temeli öncelikle toplayıcılık ve daha sonra da avcılıktır. İnsanlar bu
dönemde doğanın belirleyiciliği altında yaşar durumundadırlar. Doğaya köklü müdahalelerde
bulunacak bilgi birikimine sahip değillerdir. Hayatlarını devam ettirebilmek ve vahşi
hayvanlara karşı kendilerini güven altına alabilmek için zamanla araç gereç yapmaya
başlamışlardır. İlk araçların kullanılmaya başlanması ile yavaş yavaş insanlık ortak bir gelişme
göstermeye başlamıştır. Avcı ve toplayıcı toplumlarda insanlar, hayvanları avlayarak, balık
tutarak, yabani meyve ve bitkiler ile böcekleri toplayarak hayatlarını sürdürmektedirler.
İnsanlar doğada buldukları ile yetinmek zorundadır. Bu toplumlarda toplayıcılık kadınların
görevi iken, erkekler avcılık yapmaktadır ve bu da cinsiyete dayalı işbölümünün ilk örnekleri
olarak da görülebilmektedir (Sezal, 2003:205-206).
Basit araçlarla donatılmış toplulukların yaşadığı bu dönemde, doğal düzenle toplumsal
düzen aynıydı. Doğa, üretimi yaratan çalışma yoluyla toplumsal ilişkiler yörüngesi içine
çekilebildiği oranda tanınabiliyordu. Bu açıdan ilkel toplumlar, çalışmanın yapılandırmadığı
toplumların ilk örneği olarak kabul edilebilir. Topluluğu oluşturan bireyler, geçinebilmek için
işbirliği yaptıklarından çalışma herkesin katıldığı bir etkinlikti. Ancak bu çalışmada kişisel kar
güdüsü yoktu ve çalışmanın sonucu asla tek kişiye yönelik değildi. Bu nedenle birey varlığını
ancak topluluğun üyesi olarak sürdürebiliyordu. İnsanların yalnızca besin toplayarak ve
avlanarak varlıklarını sürdürebildikleri bu dönemde, emeğin ortaklaşa kullanılması, bir yaşama
koşuluydu. (Meda, 2012: 32-34). “Burada bizi ilgilendiren şey, bizimkinden kökten farklı bir
bağlamda, yani doğal ihtiyaçların sınırlı olduğu, bireyin birey olarak henüz ortaya çıkmadığı,
iktisadi mübadelelerin gelişmemiş olduğu bir bağlamda çalışma kavramının var olmadığıdır.
(…) Bunun anlamı, toplumsal statünün çalışma aracılığıyla tanımlanmadığı gibi, toplumsal
bağın da çalışma aracılığıyla oluşup korunmuyor olduğudur.” ifadesi ile Meda (2012: 37),
çalışmanın toplumsal statüyü belirleyici ve toplumu bu kurallara göre yapılandıran bir öğe
165
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
olmasını, doğanın düzeni ile toplumsal düzenin birbirinden farklılaşması olarak ele alarak
toplum-doğa ilişkisi üzerinde olumsuz bir etki olduğunu sezdirmektedir.
Şenel’in (1995: 28) belirttiğine göre; “ilkel topluluktan uygar topluma geçiş aşaması,
insanların toplayıcı ekonomiden üretici ekonomiye geçişleri ile bir toplumsal artı üretme
gizilgücüne sahip olmaları ile başlamıştır. Bu toplumsal artıyı ellerine geçirenler, sınıfların
oluşmasına ve bu düzeninin kararlı bir biçimde ilerlemesini sağlayacak “devlet”in de ortaya
çıkmasını sağlamıştır.” Toprağın işlenmesi ile artık toprak üzerinde çalışan bir üretici sınıf
oluşmuştur. Bu sınıfın elde ettiği ürünün artı değerine sahip çıkan bir sınıf da kendini
göstermiştir. “Köle emeğinin ortaya çıkışı aslında ilkel toplum yapısındaki mülkiyet
ilişkilerinin sertleşmesi ile başlamıştır. Aynı zamanda üretim ilişkisinde belirleyici bir etkene
sahiptir.” Üretim ilişkileri; üretim araçlarının mülkiyet biçimleri, emeğin toplumsal
örgütlenişinde sınıfların görevleri gibi kavramlardan oluşmaktadır (Keser, 2009: 12).
Özel mülkiyet ve işbölümü Antik Yunan (köleci) toplumunda ortaya çıkmıştır. Toplum
temelini şehirler oluşturmaktadır. “Kölelerin aşırı çalıştırılması artık onlardan elde edilen
verimin bile düşmesine neden olmuştur. Bu düşüş sonucu köle sahipleri, kölelerini serbest
bırakmaya başlamışlardır. Bu serbest bırakma anlayışı kolonat sistemini geliştirmiştir. Bu
sistemde eskiden köle olanlar, belirli bir hak ve ekonomik bağımsızlığa kavuşmuşlardır. Büyük
toprak sahipleri topraklarını küçük parçalara bölerek yeni köylülere vermişlerdir. Belli
bağımlılık temelinde kendilerine şartlı verilen topraklarda çalışan köylüler, bu koşullar altında
üretim yapmışlardır. Feodalizmde serflerin öncüleri olan bu köylüler, köleyle hürler arasında
küçük üreticilerin yeni sosyal tabakasını oluşturmuşlardır.” (Okçuoğlu, 1996: 64).
Kölelik ilkel topluluk içinden çıkmıştır. Aynı şekilde feodal yapıda kölelikten gelmiştir.
Feodal Çağı iki döneme ayıran Bloch (2007: 126), birinci feodal çağı; nüfus yoğunluğuna,
insan ilişkilerine ve ticarete bağlamıştır. İkinci feodal çağı; ekonomik devrimle
bütünleştirmiştir. İlk Feodal Çağda, bir önceki çağın göçleri ve toplumsal kargaşanın da
etkisiyle nüfus yoğunluğu saptanamayacak şekilde artmıştır. Bazı bölgelerde yığılmalar
yaşanırken bu bölgelerin çok büyük boş alanların olduğu yerler ile birbirinden ayrıldığı ifade
edilmektedir. İkinci feodal çağda insanlar ekonomik etkinlikler, yol yapım ve zanaatın
gelişmesiyle birbirine daha çok yaklaşmışlardır. Bu dönemin aynı zamanda ilkel, köleci ve
feodal toplumların birbirinden ayrıldığı dönemler olduğunu da söylemek gerekmektedir.
Uygarlığın ortaya çıkmasında belirleyici olan şey, doğa üzerinde toplumsal denetimin
sağlanması, doğadan ekonomik olarak yararlanılması, kısaca doğanın fethedilmesidir. Tarım
ekonomisinden besin üretimi ekonomisine geçen uygarlıklarda, üretilen besin hemen
tüketilmemeli, yıl boyunca idare edilecek şekilde kullanılmalı, yani üretim artığı sağlanmalıdır.
166
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
Çünkü toplum artık fazla ürünü ihraç ederek ya da ilişkide bulunduğu diğer toplumlarla değiş
tokuş yaparak geçinmeye başlamıştır. Aletlerini kendi yapan, besinini kendisi üreten ve
toplayan bu gruplar arasında zamanla ticaretin oluşmaya başlaması, bir yandan farklı eşyaların
dolaşımını, öte yandan kültür alışverişinin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bütün bu gelişmelerle
birlikte, kendi kendine yeterli küçük köyler, geçimini zanaat ve ticaretle sağlayan, devlet
örgütüne sahip kalabalık kentlere dönüşmüştür
Kapitalist Dönem Başlangıç Aşamasında Çalışma
Sanayileşme olgusu, öncelikle makineleşmeyi kapsamaktadır. Sanayi Devrimi’nin ilk
aşamasında buharlı makinelerin dokuma tezgâhlarına eklenmesi ile üretim kesintisiz devam
etmiş ve üretimde standartlaşma söz konusu olmuştur. Üretim kitlesel üretime dönüşmüş ve
fabrikalar açılmıştır. Daha önce toprakta çalışan büyük bir emek yığını ücretli çalışan olarak
bu yeni dönemde fabrikalarda yerini almıştır. Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında üretim
araçlarına sahip olanlar tarafından, aşırı karlılık gayesi ile çok düşük ücretle (sefalet ücreti veya
“Ücretin Tunç Kanunu”), ağır çalışma koşullarında özellikle kadınların ve çocukların
çalıştırılması bu dönemin en belirgin özellikleridir. Yaşanılan bu dönem vahşi kapitalist bir çağ
olarak adlandırılmıştır. Erkekler, kadınlar ve çocuklar sürekli vardiyalar halinde gece gündüz
12 saati aşkın çalışmaktadırlar. İşgüçlerini [emeklerini] belirli bir süre karşılığında fabrika
sahiplerine [sermaye sahiplerine] kiralayan üretim araçlarından yoksun olan bu yoksul
kesimler “isçi sınıfı” olarak adlandırılan bir kitleyi oluşturdular. Sanayi Devrimi çağındaki
kapitalizm, kapitalist ilişkilerden meydana gelen bir süreç ve her şeyden önce her şeyiyle bir
sömürü sistemidir. Üretimin temelinde de bu sömürü mekanizması bulunmaktadır. Bu
sisteminde doğasında olan sınıf çatışmasının dinamikleri üretim sistemindeki değişimi
belirleyen en önemli faktördür. Üretim sistemindeki değişim, kâr maksimizasyonuna, bunun
için de isçi sınıfının ekonomik, sosyal, ideolojik ve siyasal açılardan kontrol altına alınmasına
dayanmaktadır. Bu anlayışta “homoeconomicus” yani iktisadî insan anlayışı hâkim
olduğundan, çalışanın menfaatinden ziyade kapitalistlerin menfaati ön planda tutulur. Bu
anlayışta kişi kendi menfaatlerini maksimize etmek için çalışır; dolayısıyla başka insanlara da
fayda sağlar. Ancak bu anlayışta, hedefe ulaşmak için her yol mubah görüldüğünden işçi
hakları optimal anlamda yerine getirilmemektedir (Lordoğlu vd, 1999: 21-23).
1768’de James Watt’ın buhar makinesini bulmasıyla başlayan teknolojik değişme ve
endüstrileşme süreci, birçok alanda; ekonomi, sosyal ve siyasi nitelikte değişim getirmiştir.
Endüstri Devrimi denilen olgu; “Sade anlamıyla, küçük zanaat, tezgah ve atölye üretiminin
yerine yeni buluşların getirdiği teknik makinelerle donatılmış fabrika üretiminin geçmesi,
167
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
başka bir deyişle, yeni bir enerji kaynağı olan buhar gücünün harekete geçirdiği makinenin;
insan, rüzgar, su, hayvan gibi doğa enerjisinin yerini almasıdır” (Keser, 2009: 15).
Geniş çapta örgütlenen ve iş bölümünü keskin ayrımlar ile içeren fabrika sistemi, üretimi
arttırmış, üretimdeki bu artış ise, sermayenin büyümesine, yeni keşfedilen ülkelerdeki pazarlar
nedeniyle artan talebin karşılanmasına ve nüfusun artmasıyla birlikte ülke içindeki pazarın
genişlemesine yol açmıştır. 18. yüzyılda alet ve makinelerin geliştirilmesiyle tarımda ve
sanayide başlayan devrim daha çok malın, daha hızlı ve güvenli olarak gönderilebilmesi için
ulaşım ve iletişim ile devrimini beraberinde getirecek olan yayılmanın da habercisi
niteliğindedir.
Bu dönemde çalışma tarzı endüstrileşme öncesi çalışmaya göre daha disipline, daha fazla
kurallara dayalı bir sistemi ve yoğun bir sınai işgücünü ifade etmektedir. Sanayi toplumunun,
yoğun olarak emek kullanılırken, sonraları yoğun olarak sermaye kullanılmıştır. Son
aşamasında ise yoğun olarak bilgi kullanılmıştır. Özellikle bilgisayar ve iletişim
teknolojilerinin devreye girmesiyle birlikte toplumsal hayatın her geçen gün farklılaşarak
yüksek ivme kazandığı görülmektedir. Bilginin ekonomide anahtar faktör hâline geldiği bu
yeni dönemin bilgi toplumu dönemi olarak adlandırılmıştır. Sonuç olarak, endüstriyel dönemde
çalışma bir bütün olarak toplumun merkezinde cereyan eden bir faaliyete dönüşmüştür.
“Fabrikalar çalışmanın yürütüldüğü mekânlar olmuştur. Bu dönem o kadar çok yüceltilmiştir
ki, bireyin yaşamının tamamını kapsamıştır. Onu kendi emeğine yabancılaştıran bir sürece
dönüştürmeyi başarmıştır.”(Keser, 2009: 21). Endüstri devrimi ile toplum yeniden devlet ve
ortaya çıkan sınıf tarafından duruma uygun yapılandırılmaya çalışılmış, çalışan kitlelerin ulusal
toplumlara ve değerlere entegre edilmesi başarılmıştı. “Makineleşme ile başlayan
endüstrileşme süreci, otomasyona geçiş ile birlikte yığın üretimin gerçekleştiği ikinci sanayi
devrimi ile devam etmiştir.” Bu süreçte ürünlerin kontrol işlemleri insandan alınıp otomatik
makinelere verilmiştir (Erol, 2002: 138). “İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun
özüne ilişkin olmaması, demek ki emeğin de işçinin kendini olumsuzlaştırıp yadsıması, mutlu
olması değil mutsuz olması gerçeğini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak işçi ancak çalışmanın
dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir ve çalışmada kendini kendi dışında
duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde
duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil ama istemsizdir, zorlama çalışmadır.” (Marx, 2000:
24-25) .
Marx’a (2003: 76-79) göre; “kapitalist egemenlik dünyaya yayıldıkça, bu yabancılaşma
da toplumda yayılmakta ve toplumun eski biçimine ait tüm kalıpları yıkmaktadır.
Yabancılaşmayı yaratan her şeyden önce, işçiyi ücretli olmaya zorlayan çalışma araçlarından
168
AUAd 2017, Cilt 3, Sayı 3, 160‐210 Samsum
yoksunluğudur. Bu durum, hem emek gücünün kendisine hem de emek süreci sonunda
yaratılan ürünü işçiye yabancı kılar”. Kapitalist üretim biçiminin yarattığı birincil
yabancılaşma, bu şekilde emeğin ürüne yabancılaşmasına ve işçinin dışında kalarak bir
nesneye dönüşmesine neden olmuştur. Ayrıca Marx sadece işçinin değil çalışmanın farklı bir
noktaya eğriltildiği hususuna da dikkat çeker; “Bu noktada çalışma etkinliği artık insanın kendi
yaratımından çıkarak, yaşamın devam için zorunlu, katlanılması gereken bir etkinlik haline
getirilmiştir.” “Bu sürecin sonucu, insanı insan yapan özelliklerden soyutlayarak hayvansal
özelliklere indirgemesidir. Artık insan, insan olmaktan çıkar.” (Marx, 1999: 48).
İşbölümünün gelişmesinde çeşitli aşamalar, farklı mülkiyet biçimlerini temsil eder.
Başka deyişle işbölümünün her yeni aşaması, çalışmanın konusu, aletleri ve ürünleri
bakımından bireylerin kendi aralarındaki ilişkileri de belirlemektedir ( Marks ve Engels: 40).
Marx ve Engels’in ifadelerinden de anlaşılacağı üzere toplumun ilişkilerinin tümü çalışmanın
biçimine yaşamdaki rolüne göre değişmekte olduğu iddia edilmektedir.
Batı toplumlarında değişimin merkezi olarak başladığı yer bakımından kültürel öğelerin
davranışsal dönüşümünü de gözlemek mümkündür. Rönesans ve onunla beraber Hümanizma,
insanın zekâsını ve kişisel gücünü övmüştür. Bireye atfedilen bu önem, geleneksel değerlerin
Braudel’in deyimiyle berhava olmasıyla sonuçlanmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllarda Amerika’dan
gelen değerli madenlerin ve kredi araçlarının yaygınlaşmasıyla hızlanan bir piyasa
ekonomisinin gittikçe daha yerleşik hale gelmesinin bir sonucu olarak geleneksel değerler
yıkıma uğramaktadırlar. Para, loncalar, kentsel cemaatler ya da tüccar birlikleri gibi eski
ekonomik ve toplumsal örgütlenmelerin düzenlemelerini ortadan kaldırmaktadır. Birey ise,
günlük yaşamda belli bir seçim özgürlüğüne kavuşmaktadır. Fakat onlar yerine düzenlemeler
yapan modern devletin yapısı da yeni bir düzeni beraberinde getirmektedir: “Bireyin topluma
karşı ödevleri, ayrıcalıklar ve ayrıcalıklara saygı.” 17. yüzyılda “herkesin çıkarları” adına
toplumun yararsız olarak tarif edilen çalışmayanlarına ilişkin bir hizaya sokma eylemine
girişilmiştir. Tüm bunların yeni bir özgürlük biçimi örgütlediği görülmektedir : “ kendisine iş
verecek bir komutan arayan askerin özgürlüğü.” Bu “yarar” tarifi üzerinden Michel
Foucault’nun da incelediği delilerin kapatılması olarak ortaya çıkan “büyük kapatmaların”,
“müsrif” baba, hayırsız oğul” gibi gerekçeler ile ailenin veya yönetimin isteği üzerine
gerçekleşmiş olması da toplumsal olarak çalışmanın kavramsal dönüşümüne işaret etmektedir.
Bunların yaşanmasında Aydınlanmanın da önemli bir katkısı ve rasyonelleştirmeye vesile
olduğu süreçler olması bakımından da dikkat çekicidir (Braudel, 1996: 341-342). Hıristiyan
öğretisinde saygı uyandıran yoksulluk, Rönesans’la birlikte değişerek çalışmanın ve çalışma
sonucunda kazanılan zenginliğin olanaklarından yararlanmanın erdem olduğu anlayışına;
169
Description:Çalışma kavramının anlamı ve değeri, tarihsel süreçte ekonomik gelişmeye paralel olarak ve her toplumun .. Sovyetlerin çözülmesi, Marksist-Leninist.