Table Of ContentBir Geyşanın Anıları
Arthur Golden
Çeviri: Azize Bergin, Zeliha İyidoğan Babayiğit
Altın Kitaplar
2006
Y
azar Üzerine
Arthur Golden, Tennessee, Chattanooga’da doğmuş ve büyümüştür.
1978 yılında Harvard Koleji Japon Sanat Tarihi Bölümü'nden mezun olmuştur.
1980 yılında Columbia Üniversitesi Japon Sanat Tarihi yüksek lisans bursu
kazanmış ve Mandarin Çincesi öğrenmiştir. Beijing Üniversitesinde bir yaz
boyunca çalışmalar yaptıktan sonra, Tokyo’ya gitmiş ve bir dergide çalışmıştır.
1988 yılında Boston Üniversitesinden İngiliz dili konusunda uzmanlık diploması
almıştır. Bir süre Japonya’da yaşamış ve çalışmıştır. Şimdilerde Boston civarında
edebiyat öğretmenliği yapmakta ve yazı yazmaya devam etmektedir. Karısı ve
çocuklarıyla birlikte, Massachusetts, Brookline’de yaşamaktadır.
Ö
nsöz
1936 yılının ilkbaharında on dört yaşında bir çocukken babam beni Kyoto’da
bir dans gösterisine götürmüştü. O gösteriden sadece iki şeyi anımsıyorum.
Birincisi, izleyiciler arasında benimle babamdan başka Batılı birilerinin
olmamasıydı; Hollanda’daki evimizden oraya geleli daha birkaç hafta olmuştu ve
kültürel soyutlanmaya henüz alışamamıştım; kendimi garip hissediyordum.
İkincisi, aylarca Japonca öğrenmeye çalıştıktan sonra, konuşmalardan bazı
bölümleri anlamaktan duyduğum büyük sevinçti. Karşımdaki sahnede dans eden
genç Japon kadınlarına gelince, onların parlak renkli kimonolar giydiklerini
anımsıyorum sadece. Kuşkusuz elli yıllık uzunca bir süreden sonra New York gibi
uzak bir kentte, onlardan birinin benim yakın dostum olacağını ve inanılmaz
anılarını bana yazdıracağını bilemezdim.
Bir tarihçi olarak, anıları her zaman bir kaynak kabul etmişimdir. Anılar,
anılarını açıklayan kişinin dünyasını yansıtmakla kalmaz. Anılar, biyografiden bir
bakıma farklıdır, anılarını açıklayan kişi biyografi yazarının ulaştığı perspektife
asla ulaşamaz. Otobiyografi, eğer gerçekten böyle bir şey varsa, öyle bir şeydir
ki, bir tavşana çayırın otları arasında zıplamanın ne demek olduğunu anlattırmaya
benzer. Tavşan bunu nereden bilebilir? Diğer taraftan, çayır hakkında bilgi almak
istiyorsak, hiç kimse bize tavşan kadar yararlı olamaz. Ancak tavşanın
gözlemleme fırsatını bulamadığı şeylerden de yoksun kalacağımızı bilmeliyiz.
Ben bu açıklamayı, mesleğini bu tür ayırımlar üzerine kurmuş bir
akademisyenin kararlılığı içinde söylüyorum. Fakat yine de sevgili dostum Nitta
Sayuri’nin anıları benim görüşlerimi tekrar gözden geçirmeme neden oldu. Evet,
Sayuri bize içinde yaşadığı çok gizli dünyayı tarif ediyor, bunu tavşanın tarlayı
görüşü olarak da nitelendirebilirsiniz. Bir geyşanın ilginç yaşamının Sayuri’nin
anlattıklarından daha iyi belgelenemeyeceğini söyleyebiliriz. Fakat Sayuri,
"Japonya’nın Parıldayan Mücevherleri" isimli kitapta ona ayrılan uzun
bölümde anlattıklarından ve yıllar boyunca yayın organlarında yer alan onunla
ilgili yazılardan çok daha geniş kapsamlı bir açıklama sunuyor. Bu olağandışı
konu söz konusu olduğunda, hiç kimse anılarını açıklayan kişiyi, onun kendisi
kadar yakından tanıyamadı.
Sayuri’nin göze çarpan biri olması, büyük ölçüde bir şans eseridir. Başka
kadınlar da benzer yaşamlar sürdüler. Bu yüzyılın başında, J. Pierpont’un yeğeni
George Morgan’ın kalbini çalıp onun sürgündeki döneminde eşi olan Geyşa Kato
Yuki, belki Sayuri’ninkinden çok daha olağandışı bir yaşam sürmüş olabilir. Fakat
sadece Sayuri, kendi öyküsünü tam olarak belgeleyebildi. Uzun bir süre,
Sayuri’nin bunu yapmasının isabetli bir kaza olduğunu düşündüm. Eğer
Japonya’da kalsaydı, yaşamı anılarını toplamasına fırsat vermeyecek derecede
dolu olacaktı. Ancak 1956 yılında şartlar Sayuri’yi Amerika’ya göç etmeye
zorladı. Sayuri geri kalan kırk yılını, New York’ta Waldorf Towers’ta geçirdi.
Burada otuz ikinci katta, şık bir Japon stili daire yaratmayı başardı. O zaman bile
Sayuri’nin yaşamı büyük bir hızla devam etti. Dairesinde Japon sanatçılarını,
aydınları, işadamlarını, hatta kabine üyelerini ve bir iki gangsteri ağırladı.
Onunla, 1985 yılında bir dost bizi tanıştırıncaya kadar karşılaşmadım. Japonya’yı
araştıran bir bilim adamı olarak Sayuri’nin adına rastlamıştım, ama onun hakkında
hemen hiçbir şey bilmiyordum.
Dostluğumuz gelişti ve Sayuri bana sırlarını açıklamaya başladı. Bir gün ona,
öyküsünün açıklanmasına izin verip vermeyeceğini sordum.
Sayuri bana, "Eğer bu işi sen yaparsan izin verebilirim, Jakob-san," dedi.
Böylece çalışmalarımıza başladık. Sayuri anılarını yazmak yerine dikte
ettirmeyi yeğliyordu, çünkü yüz yüze konuşmaya çok alıştığını odada onu
dinleyecek biri olmazsa ne yapacağını bilemeyeceğini belirtti. Ben de kabul ettim
ve müsveddeler bana on sekiz aylık bir süre içinde dikte ettirildi. Sayuri’nin
Kyoto lehçesinin farkındaydım ve çeviri yaparken bunun inceliklerini nasıl
yansıtacağımı düşünüyordum. Kyoto lehçesinde geyşalar kendilerini geiko olarak
tanımlarlar ve kimono da bazen obebe olarak bilinir. Fakat daha başlangıçtan
itibaren, Sayuri’nin dünyasına kendimi kaptırdım. Birkaç gün dışında Sayuri’yle
hep akşamları buluşuyorduk, çünkü akşam saatleri Sayuri’nin zihninin en faal
olduğu dönemlerdi. Sayuri genellikle Waldorf Towers’taki dairesinde konuşmayı
yeğliyordu, fakat zaman zaman Park Bulvarı’ndaki Japon lokantasında özel bir
odada da buluşuyorduk. Her konuşmayı banda almamıza rağmen, sekreteri
yanımızda olup, büyük bir sadakatle söylenenleri yazıyordu. Sayuri hep bana hitap
ederek konuşuyordu. Anlatmaya nereden devam edeceği konusunda kuşkusu
olunca ben Sayuri’yi yönlendiriyordum. Kendimi üzerinde bina inşa edilen bir
temel gibi görüyordum ve Sayuri’nin güvenini kazanmamış olsaydım onun öyküsü
asla anlatılamazdı, diye düşünüyordum. Şimdiyse gerçeğin başka türlü
olabileceğinin bilincindeydim. Sayuri beni anılarını yazacak kişi olarak seçmişti
bu kesindi, ama yıllar boyunca bu işi en iyi yapacak adayı beklemişti.
Bu da bizi temel soruya getiriyor: Sayuri, öyküsünün açıklanmasını neden
istedi? Geyşalar suskun kalmak için yemin etmezler, ama onların varlıkları, bir
Japon inancına göre düzenlenmiştir. Yani sabahleyin büroda olanlarla akşamları
kapalı kapılar ardında olanların birbiriyle hiçbir ilişkisi yoktur ve her zaman ayrı
değerlendirilmeleri gerekir. Geyşalar deneyimlerinden söz etmezler. Fahişeler
gibi geyşalar da şu veya bu tanınmış kişinin başkaları gibi pantolonunu
bacaklarına teker teker mi geçirdiğini bilmek gibi olağandışı bir durumla karşı
karşıyadırlar. Bu gece kelebeklerinin rollerini büyük ölçüde halkın güvenine
bağlamaları onların açısından yararlıdır, fakat bu güveni sarsan geyşa, kendini zor
bir duruma sokar. Sayuri’nin durumunda, öyküsünü açıklaması olağandışı bir
davranıştı, aslında Japonya’da artık ona söz geçirebilecek kimse kalmamıştı.
Anavatanıyla bağları kopmuştu. Bu da bir bakıma bize onun neden suskun kalmak
istemediğini gösteriyor, ama neden konuşmayı seçtiğini bilemiyoruz. Ona bu
soruyu sormaktan çekindim; ya soruyu yanıtlarken fikrini değiştirseydi? Müsvedde
tamamlandıktan sonra bile soruyu sormaktan kaçındım. Ancak Sayuri
yayınevinden avansını aldıktan sonra, soruyu sormamda bir sakınca kalmadığını
düşündüm. Sayuri neden yaşamını belgelemek istemişti?
Sayuri, “Bugünlerde zaman geçirmek için başka ne yapabilirim," diye karşılık
verdi.
Sayuri'nin davranış nedeninin gerçekten bu kadar basit olup olmadığı
konusunda kararı okurlara bırakıyorum.
Gerçi Sayuri biyografisinin belgelenmesine hevesliydi, ama bazı koşulların
yerine getirilmesinde de ısrar etti. Müsveddenin ancak onun ölümünden ve
yaşamında rol oynayan bazı kişilerin ölümlerinden sonra yayınlanmasını şart
koştu. O adamların hepsi de Sayuri’den önce öldü. Onun açıklamalarının kimseyi
zor durumda bırakmaması, Sayuri için çok önemliydi. İsimlerin çoğunu
değiştirmedim, ancak Sayuri bazı adamların kimliklerini benden bile gizledi,
onlardan sadece bazı sıfatlarla söz etmeyi yeğledi, bu da geyşalar arasında çok
yaygın bir uygulamadır. Örneğin, başındaki kepeklerden ötürü Bay Kar Fırtınası
adı verilen kişi gibi... Okur, Sayuri’nin sadece insanları eğlendirmeyi
amaçladığını düşünürse onun gerçek niyetini anlamamış olur.
Teyp kayıt cihazı kullanmayı önerdiğim zaman, sekreterin diktelerde yanlışlık
yapması olasılığına karşı bir önlem almak istemiştim. Ancak geçen yıl Sayuri
öldükten sonra, böyle yapmakta başka bir amacımın daha olabileceğini düşünmeye
başladım. Sayuri’nin anlamlı sesini muhafaza etmeliydim. Böyle ses çok az kişide
bulunurdu. Sayuri erkekleri oyalamayı meslek edinen bir kadından beklendiği gibi
çok yumuşak bir tonla konuşuyordu. Fakat bir sahneyi gözlerimin önünde
canlandırmak istediği zaman, sesi, bende, odada yedi sekiz kişi varmış hissini
uyandırıyordu. Hâlâ zaman zaman akşamları çalışma odamda onun bantlarını
dinliyorum ve onun artık yaşamadığına inanmak çok güç geliyor.
Jakob Haarhuis
Arnold Rusoff, Japon Tarihi Profesörü
New York Üniversitesi
B
irinci Bölüm
Farzet ki, seninle bir bahçeye bakan sessiz bir odada oturmuş, yeşil çaylarımızı
yudumlayarak çok eskiden yaşanmış bir olaydan söz ediyorduk. Ben sana dedim
ki: "Falancayla karşılaştığım o öğleden sonra, yaşamımın en güzel öğleden
sonrasıydı ve aynı zamanda en kötüsüydü." Sanırım bunları duyunca fincanı
elinden bırakır, "Hangisiydi?" diye sorardın. "En iyisi miydi, en kötüsü müydü?
Çünkü ikisinin birden olmasına imkân yoktu." Normal olarak kendime güler sana
hak verirdim. Fakat gerçek şu ki, Bay Tanaka Ichiro’yla tanıştığım öğleden sonra,
gerçekten yaşamımın en iyi ve en kötü öğleden sonrasıydı. Adam bana büyüleyici
biri olarak göründü, hatta ellerindeki balık kokusu bile bir çeşit parfüm gibi geldi.
Eğer Bay Tanaka’yı tanımasaydım, eminim ki ben bir geyşa olmazdım.
Ben bir Kyoto geyşası olmak için doğmamıştım ve öyle yetiştirilmemiştim.
Hatta Kyoto’da doğmamıştım bile. Japon denizinde Yoroido adında küçük bir
kasabada yaşayan bir balıkçının kızıyım ben. Yaşamım boyunca, sadece bir avuç
insana Yoroido’dan, büyüdüğüm evden, annemden babamdan ya da ablamdan söz
ettim. Kuşkusuz nasıl geyşa olduğumu ve geyşa olmanın ne anlama geldiğini
kimseye açıklamadım. Çoğu kimse annemle büyükannemin geyşa olduğunu ve
memeden kesilir kesilmez dans eğitimime başladığım fantezisine inanmak
isteyebilir. İşin garibi, yıllar önce bir gün bir adama saki* ikram ederken bana,
daha bir hafta önce Yoroido’da olduğunu söyledi. O anda kendimi, okyanusu aşıp,
yuvasını bilen bir yaratıkla karşılaşan bir kuş gibi hissettim. Öylesine şaşırmıştım
ki, şöyle demekten kendimi alıkoyamadım:
* Saki: Japon pirinç rakısı. (Çev.)
"Yoroido mu? Ayol orası benim doğup büyüdüğüm yer."
Zavallı adam. Yüz ifadesi inanılmaz bir şekilde değişiverdi. Şaşkınlığını,
gülümseyerek saklamaya çalıştıysa da başarılı olamadı.
"Yoroido mu?" dedi adam. "Bu doğru olamaz."
Çok eskiden çok uğraşıp yüzüme 'Noh gülümseyişi’ adını verdiğim bir
gülümseme yakıştırmıştım. Bu gülümseme, hatları dondurulmuş olan Noh
maskelerini anımsattığı için o ismi vermiştim. Bu gülümsemenin bir yararı var,
erkekler kendi istekleri doğrultusunda bir anlam verebiliyorlar; bu gülümsemeye
ne kadar sık sığındığımı tahmin edebilirsin. O anda bu gülümsemeyi kullanmaya
karar verdim ve tabii çok işe yaradı. Adam soluğunu dışarı bıraktı ve sanırım
rahatladığı için bir kahkaha patlatmadan, ona doldurduğum saki fincanını ileriye
itti.
Adam tekrar gülerek, “Ne müthiş," dedi. "Senin Yoroido gibi berbat bir yerde
büyümen. Bu, kovada çay pişirmeye benziyor." Adam tekrar güldükten sonra bana
dedi ki: “Bu nedenle sen çok eğlendiricisin, Sayuri-san. Bazen küçük şakalarının
gerçek olduğuna beni inandırıyorsun.”
Kendimi bir kovada pişirilmiş bir fincan çay olarak düşünmekten pek
hoşlanmıyorum, fakat sanırım bu bir bakıma doğru sayılır. Eh, ne de olsa
Yoroido’da büyüdüm ve hiç kimse oranın hoş bir yer olduğunu söyleyemez. Orayı
ziyaret eden bile pek olmaz. Orada yaşayan insanlara gelince, Yoroido’dan
ayrılma fırsatını asla elde edemezler. Belki benim oradan nasıl ayrılabildiğimi
merak ediyorsun. İşte öyküm de böyle başlıyor.
Küçük balıkçı köyümüz Yoroido’da "Sarsak Ev" adını verdiğim kulübede
yaşıyordum. Kulübe, okyanustan gelen rüzgârın her zaman estiği kayalığın
yakınındaydı. Çocukken bana okyanus, çok kötü soğuk algınlığına yakalanmış gibi
gelirdi, çünkü hiç durmadan tıksırır ve feci bir şekilde hapşırır gibiydi. Rüzgâr
denizden muazzam serpintiler getiriyordu. Ben küçük evimizin, okyanusun yüzüne
yüzüne hapşırmasından huylanıp rüzgârın yolundan çekilebilmek için arkaya
yaslandığına karar verdim. Eğer babam, bir gemi enkazından bir kalas alıp saçak
altına yerleştirmeseydi evimiz yıkılabilirdi. Bu da eve değneğine yaslanmış
sarhoş bir ihtiyar görüntüsü veriyordu.
Bu sarsak evde, ben de eğri büğrü bir yaşam sürdüm. Çünkü daha çocukluk
yıllarımda anneme çok benziyordum ve babama ya da ablama hemen hiç
benzemiyordum. Annem, onun ve benim aynı yaratıldığımızı söylüyordu. Bu
doğruydu, ikimiz de Japonya’da hemen hiç görülmeyen garip gözlere sahiptik.
Başkalarınınki gibi koyu kahverengi olacak yerde, annemin gözleri açık griydi;
benimkiler de öyleydi. Çok küçükken anneme, birinin gözlerinde delikler açtığını
ve mürekkebin tümünün boşaldığını söylemiştim, annem bunu çok komik buldu.
Falcılar, annemin kişiliğinde çok fazla su bulunduğu için gözlerinin bu kadar soluk
renkte olduğunu söylemişlerdi. Annemde su öyle fazlaydı ki, öbür dört madde
hemen hemen hiç yok gibiydi. Falcılara göre, annemin yüz hatlarının bu kadar
uyumsuz olmasının nedeni de buydu. Köydeki insanlar, annemin annesiyle
babasının çok çekici insanlar olduklarını, annemin de öyle olması gerektiğini sık
sık söylerlerdi. Eh, şeftalinin tadı çok güzeldir, mantarın da öyle ama ikisini bir
araya getiremezsiniz; doğanın anneme oynadığı korkunç oyundu bu. Annem
annesinin sarkık dudaklarını ve babasının sivri çenesini almıştı, bu da çok narin
bir resmin son derece kaba bir çerçeveye yerleştirildiği izlenimini uyandırıyordu.
Annemin güzelim gri gözleri, babasında çok hoş duran kalın kaşlarla çevriliydi,
ama annemde bu kaşlar şaşırtıcı bir görüntü yaratıyordu.
Annem, kendi kişiliğinde çok fazla su, babamın kişiliğinde ise çok fazla tahta
olduğu için onunla evlendiğini söylerdi hep. Babamı tanıyanlar, annemin neden
söz ettiğini hemen anlıyorlardı. Su, bir yerden bir yere hızla akar ve kendine
geçecek bir çatlak bulur. Buna karşın, tahta toprağa sıkı sıkı bağlanır. Babam
açısından bu iyi bir özellikti, çünkü o bir balıkçıydı ve kişiliğinde tahta olan bir
kimse denizde rahat eder. Gerçekten de babam denizdeyken her yerde olduğundan
daha rahattı ve ondan hiç uzak kalmazdı. Babam yıkandıktan sonra bile deniz
kokardı. Balığa çıkmadığı zamanlar, öndeki karanlık odada oturur balık ağlarını
onarırdı. Ve eğer balık ağı uyuyan bir yaratık olsaydı, babam öyle yavaş çalışırdı
ki, onu hiç uyandırmazdı. Babam her şeyi böyle yavaş yavaş yapardı. Yüzünde
düşünceli bir ifade belirdiği zaman, o yüzünün ifadesini değiştirinceye kadar siz
dışarı koşup banyonun suyunu boşaltabilirdiniz. Babamın yüzü kırışıklıklarla
doluydu ve her kırışığa bir sorunu yerleştirmişti, öyle ki, artık bu yüz onun yüzü
değildi de, her dalında bir kuş bulunduran bir ağaç gibiydi. Babam yüzünü idare
etmek için sürekli çaba harcıyordu ve her zaman bu iş onu çok yoruyordu.
Altı yedi yaşındayken, babam hakkında hiç bilmediğim bir şeyi öğrendim. Bir
gün ona sordum. “Baba, sen neden bu kadar yaşlısın?" Babam, bu soru üzerine
kaşlarını öyle bir kaldırış kaldırdı ki, kaşları gözlerinin üzerinden sarkan birer
şemsiye gibi oldu. Sonra soluğunu dışarı bıraktı ve başını sallayıp, "Bilmiyorum,"
dedi. Anneme dönünce o da, bu soruyu başka bir zaman yanıtlayacağını ima eden
bir tavırla bana baktı. Ertesi gün, annem, tek kelime bile söylemeden beni tepeden
aşağı, köye doğru yürüttü ve ağaçların arasındaki bir mezarlığa doğru götürdü.
Annem, bir köşede duran ve benden daha uzun üç taşı bulunan üç mezarın yanına
gidip durdu. Taşların üzerinde yukardan aşağı doğru yazılmış yazılar vardı, fakat
ben küçük köyümüzdeki okula, yazıları sökebilecek kadar uzun bir süre gitmediğim
için, kelimelerin nerede başlayıp nerede bittiğini anlayamıyordum. Annem
mezarları işaret ederek, "Natsu," dedi. "Sakamoto Minoru’nun karısı." Sakamoto
Minoru; babamın adıydı. "Meiji’nin on dokuzuncu yılında, yirmi dört yaşında
öldü." Annem daha sonra ikinci mezarı işaret etti. "Jinichiro, Sakamoto’nun oğlu,
Meiji’nin on dokuzuncu yılında altı yaşında öldü." Ve üçüncü mezarda da aynı
yazılar yazılıydı, sadece Masao adı yer almıştı ve yaşı da üçtü. Babamın çok
eskiden evlenmiş olduğunu ve tüm ailesinin öldüğünü anlamam uzun sürdü. Aradan
Description:bağırsaydı, onun yüzünün titreyişini seyrederken olduğu kadar çok acı çekmezdim. Her şey benim yüzümden olmuştu. Bir dişi, köpeğin dişi gibi ileri