Table Of ContentSIMONE DE BEAUVOIR
BİR GENÇ KIZIN ANILARI
Çeviren: Seçkin Selvi
Payel Yayınevi
BİRİNCİ KİTAP
OCAK 1908 günü sabahın dördünde, Raspail bulvarına
bakan, beyaz lake mobilyalarla donatılmış bir odada doğdum.
Ertesi yaz çekilmiş aile fotoğraflarında, tatlı gülücüklerle bir
bebeğe bakmakta olan uzun etekli, şapkaları devekuşu
tüyleriyle süslü hanımlarla, kimi hasır, kimi panama şapkalı
beyler görülür: Annem, babam, dedem, teyzeler, amcalar,
ortalarındaki bebek de ben. O resim çekildiğinde babam
otuzundaydı, annem yirmi bir yaşını sürüyordu ve ben, ilk
çocuklarıydım. Albümün sayfasını çeviriyorum; bir başka
resim: Annemin kucağında benden başka bir bebek. Ben ise,
iki buçuk yaşındayım, başımda berem, üstümde pilili bir
eteklik; kız kardeşim de yeni doğmuş. Bugün bakıyorum da,
bayağı kıskanmışım kardeşimi; ama pek de uzun boylu değil.
Anımsayabildiğim kadarıyla, abla olmaktan, evin ilk
gözağrısı olmaktan hep böbürlenmişimdir. Kırmızı şapkalı kız
kılığına bürününce, elime de çörek dolu bir sepet aldım mı,
beşiğe mahkûm bir bebekten çok daha ilgi çekici bulurdum
kendimi. O, bana getirilmiş bir küçük kardeşti; oysa ben, o
yapma bebek kılıklı yaratığa getirilmiş bir şey değildim.
Çocukluğumun ilk yıllarından sadece bir tek izlenimi, o da
ancak hayal meyal anımsıyorum. Kırmızı renkler içinde bir
anı bu: kıpkırmızı, kara ve sıcacık. Baştan aşağı bir kızıllığa
bürünmüştü evimiz. Kırmızı kadife kaplı koltuklar, kırmızı
Rönesans stilinde yemek odası, renkli camdan kapıların
üzerinde yine kırmızı desenli ipek tüller ve babamın çalışma
odasında kırmızı kadifeden perdeler. Evin kutsal bir köşesiydi
babamın odası. Bu ürkütücü yer, kara armut ağacından
mobilyalarla döşeliydi. Yazı masasının altındaki boşluğa
süzülür, bu tozlu, kasvetli köşede büzülüp otururdum.
Karanlık ve sıcak bir yerdi. Halının kırmızısı gözlerimi
okşardı. Çocukluğumun ilk dönemlerini işte böyle geçirdim.
Tüm tehlikelerden uzak, köşeme gizlenmiş; her şeye merakla
bakarak, her şeyi merakla elleyerek dünyayı öğreniyordum.
Şaşmaz güven duygumun nedeni, Louise'in varlığıydı.
Sabahlan beni o giydirir, akşamlan o soyar, benimle aynı
odada yatardı. Gençti, alımsız, silik bir kızcağızdı. Gizli
kapaklı bir yanı da yoktu; çünkü benim aklımca, Louise'in
varolmasının tek nedeni kardeşimle bana bakmaktı. Durup
dururken bağırmaz; hele hiç yoktan azarlamazdı beni. ister
Luxembourg Parkı'nda kumlarla oynayayım, ister bir Noel
akşamı tüm giysileriyle birlikte cennetten inen bebeğim
Blondine'e ninniler söyleyeyim: nerede olursak olalım
Louise'in telaşsız, güvenli bakışlarıyla beni koruduğunu
duyardım. Gün kararmaya başlayınca, yanı başıma oturur;
bana rengârenk resimler gösterir, bin bir çeşit masal anlatırdı.
Onun varlığı ayağımın altındaki toprak kadar gerekli ve doğal
geliyordu bana.
Bana daha uzak ve daha kaprisli görünen annem, içimde
köklü bir sevgiyi bütünlüyordu. Annemin dizlerine oturur,
kollarının güzel kokulu yumuşaklığına gömülüp, taze diri
tenini öpücüklere boğardım. Bazı geceler odama gelir; tek bir
leylakla süslü yeşil tül elbisesi, ya da ışıl ışıl yanan pullu
siyah kadife tuvaletiyle bakmaya doyulmayacak bir resim
kadar güzel, başucumda dururdu. Bana kızdığı zamanlar,
kaşlarını çatar, gözleri öfkeden çakmak çakmak olurdu. O
güzel yüzüne hiç yaraşmayan bu bakıştan ürker, hep
gülümsesin isterdim.
Babama gelince, onu pek az görürdüm. Her sabah erkenden
çıkar, elinde, dosya dedikleri, dokunulması yasak nesnelerle
dolu bir çanta ile Adliyeye giderdi. Ne sakal bırakırdı
başkaları gibi, ne de bıyık. Maviş gözlerinin içi gülerdi.
Akşamlan gelirken anneme menekşeler getirirdi. Sarılıp
öpüşürler, kahkahalarla gülerlerdi. Babam, ilgilendiği zaman
benimle de eğlenirdi. Bana C'est üne auto grise'yi ya da Elle
avait üne jambe de bois'yı söyletir; türlü hünerler gösterip,
burnumdan para çıkarır, avucunda kaybederdi. Pek hoş, pek
eğlendirici bulurdum babamı. Benimle oynadığı zaman
bayağı sevinirdim; ama yaşamımda çok belirgin bir rolü
yoktu.
Louise ile annemin başlıca dertleri bana yemek yedirmekti;
pek kolay bir iş değildi bu doğrusu. Ağzıma tıkıştırdıkları
yiyecekler, dünyayı, gözlerim ya da ellerimle tanıdığımdan
daha iyi belletiyordu bana. O muhallebilerin tatsızlığı, yulaf
çorbalarının yavanlığı, tereyağıyla ezilmiş ekmeklerin
biçimsizliği gözlerimden oluk gibi yaşlar boşandırıyor; etlerin
vıcık vıcık yağı, istiridyelerin sümüklü kayganlığı cinleri
tepeme üşüştürüyordu. Ağlıyordum, bağırıp ter ter tepiniyor,
daha da olmadı, kusuyordum. Sonunda, bu iç bulandırıcı
şeyleri yedirmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. Bir yandan
da, yenebilecek şeyleri bir güzellik, bir lüks, bir mutluluk
haline getiren çocukluğun o ayrıcalığından yararlanmaktan da
geri durmuyordum. Vavin Caddesi'nde giderken, şekerci
dükkânlarının önünde taş kesilir; camekânlara yapışıp
şekerlemelerin ışıltısını, jölelerin buğulu parıltısını,
bonbonların rengârenk görünüşünü kendimden geçmişçesine
seyrederdim: Yeşiller, kırmızılar, turuncular, morlar;
şekerlerin tatlan kadar, renkleri de çekiyordu beni. Annem
badem şekerlerini ezer, san bir krema ile karıştırıp bana
yedirirdi; şekerlemeleri pembemsi, sayısız tonlara ayrışır,
bense bir gurup vaktinin parlaklığını anımsatan bu kremaya
coşkuyla kaşığımı daldırırdım. Eve konukların çağırıldığı
akşamlarda, oturma odasındaki aynalar, kristal avizenin
çevreye saçağı kıvılcımları çoğaltır, bir sonsuzluğa
ulaştırırlardı. Annem, keman çalan ve bulut gibi tüllere
bürünmüş bir hanımla, çello çalan kuzenine eşlik etmek için
piyanonun başına geçerdi. Ben de, ağzımdaki şekerlemenin
kabuğunu dişlerimle çıtlatır; damağımı ışıltılara boğan kara
frenk üzümünün, ya da ananasın tadını çıkarırdım, işte o anda,
bütün renklere, ışıklara, renk renk eşarplara, bütün
mücevherlere, işlemeli dantelaların tüm çeşitlerine sahip
olduğumu düşünerek sevinirdim. Bütün şenliğin, bütün
şölenin tadını damağımda duyardım. Çeşmelerinin bir
oluğundan süt, bir oluğundan bal akan cennet masallarına pek
rağbet etmezdim de, Hansel ile Gretel'in pandispanyadan
evlerini hasetle düşlerdim. N'olurdu, içinde yaşadığımız şu
evrenin tümü yenilecek bir nesne olsaydı, nasıl güçlü olurduk,
diye düşünürdüm. Büyüdüğüm zaman, çiçeğe kesmiş badem
ağaçlarını çıtır çıtır yemeyi, gün batımının yedi renkli şekerini
dişleye dişleye emmeyi kurardım. New York gecelerinin
gökyüzüne uzayan neon lambaları, gözüme kocaman
şekerlemeler gibi görünür, ağzımı sulandırırdı. Yemek yemek,
salt bir öğrenme, bir araştırma ve bir basan, yani sözün tam
anlamıyla bir tat alma değil, aynı zamanda da en şakaya
gelmez bir görevdi benim için:
"Hadi, bir kaşık anneciğinin hatırı için; bu da anneannenin
hata için... Eğer doğru dürüst yemezsen, büyüyüp genç kız
olamazsın." Beni kapının yanına dikerler, pervaza kalemle
boyumu işaretler sonra yeni çentiği bir öncekiyle
karşılaştırırlardı, iki üç santim boy atmış olurdum. Hemen
pohpohlarlardı, ben de hindi gibi kabarırdım kurumumdan.
Ama bu büyüme zaman zaman korkular salardı içime.
Güneşin ışıklan cilalı parkeleri oynaş tutup, döşemelerin
beyaz lakesini alazladığında gözümü annemin koltuğuna
daldırıp düşünürdüm: "Boyuna büyüyüp gidersem böyle
annemin kucağına oturamam bir daha." Gelecek, bir anda
olanca ağırlığıyla çökerdi omuzlarıma. Önümüzdeki yıllar,
beni bir başka varlığa dönüştürecekti; bu başka varlık yine
"ben" olacak, "benim" gibi olmayacaktı. Gelecekteki bütün
ayrılıkları, itilmeleri, yenilgileri, bütün terk edilmişlikleri ve
üst üste, çeşit çeşit ölümlerimin yıllar yılı birbirini
kovalayışını algılardım. "Dedenin hatırı için bir kaşık daha al
hadi..." Bütün kuruntular bir yana, önünde sonunda yemekleri
mideye indiriyor, aslında büyüdüğüm için de bayağı
böbürleniyordum. Bütün ömrümce bebek olarak kalmaya hiç
de niyetli değildim doğrusu. Bu ikilem, bu içimdeki çatışma
belleğimde öylesine yer etmiş ki, Louise'in anlattığı Charlotte
masalı bugün bile en ince ayrıntılarına dek aklımda.
Günlerden bir gün, bu Charlotte uyanınca bir de bakmış ki,
başucunda kocaman, nerdeyse kendisi kadar bir yumurta.
Hem de pembe şekerden yapılma. Bu yumurta, benim de
aklımı çeliyordu. Şişkin bir karın gibi, koca bir beşik gibi,
üstelik de yenebiliyor. Charlotte, bu yumurtadan başka bir şey
yemem de yemem diye tutturmuş; günden güne gül gibi
solup, mum gibi eriyerek, parmak kadar kalmış. Öylesine
küçülmüş öylesine küçülmüş ki, kâselere düşüp boğulmasına
ramak kalmış; hizmetçi yanlışlıkla faraşa süpürdüğü parmak
kızı çöp tenekesine boca edivermiş; bir keresinde de, bir fare
çekip götürmüş Charlotte'u. Kurtarmışlar. Bütün bunlardan
ödü patlayan Charlotte'cuk, başlamış ha babam de babam
yemeye. Bir yemiş bir yemiş ki, kimseler yiyecek
dayandıramaz olmuş. Sonunda oburluktan şişmiş de şişmiş,
balon gibi bir şey oluvermiş. Anası almış, bu dokunsan
patlayıverecek balon fazı, götürmüş doktora. Masal kitabında,
doktorun Charlotte'a öğütlediği yiyeceklerin resmine
bakarken ağzım sulanırdı: Bir fincan sıcak çikolata, haşlanmış
taze yumurta, az pişmiş bir kemik pirzola. Charlotte, bunları
yiyince eski haline dönmüş. Masal burada biter, ben de
Charlotte'la birlikte yaşadığım serüvenden, bir parmak çocuk,
ardından bir dev anası olmaktan sağ salim kurtulurdum.
Gittikçe büyüyor ve artık yazgımın değişmez olduğunu
iyiden iyiye fark ediyordum:
Çocukluk döneminden fırlatılıp atılmaya mahkûmdum
sonunda. Aynadaki hayalimden medet umuyordum. Louise,
her sabah saçlarımı bukle bukle kıvırıp tarar; ben de lülelerle
çevrili yüzüme bakıp bakıp, kendimi pek beğenirdim. Siyah
saçla mavi göz, pek sık rastlanır şey değil demişlerdi.
Bulunmaz Hint kumaşı olmanın ne denli değerli olduğunu o
yaşta bile kestirebiliyordum. Kendimi pek beğeniyor,
başkaları da beğensin istiyordum. Eş dost da bu konuda hiç
yüzümü kara çıkarmıyor, beni pohpohlayıp şımartıyorlardı.
Evimize gelen hanımların, yumuşacık kürklerini okşar, parlak
saten giysilerini zevkle ellerdim. Asıl erkek konuklara
bayılırdım: o samur gibi bıyıklan, o erkeksi tütün kokulan, o
kalın davudi sesleri, hele hele beni ta tavanlara kadar fırlatıp
tutuveren güçlü kollan. Erkeklerin ilgisini çekmek için
elimden geleni ardıma koymuyordum. Bir yerinde
duramazlık, bir merak, bir safdillikle dikkatlerini üzerimde
toplamaya çalışıyor, beni çocukluk denilen hapishaneden
çekip çıkaracak, büyüklerin arasına sokacak bir tek bakışı, bir
tek sözü kaçırmıyordum. Bir akşam, babamın arkadaşlarından
biri bizdeyken; Rus salatasına çala kaşık bir giriştim, koca
tabağı silip süpürdüm. Adamcağız unutmamış bunu. Yaz
tatiline gittiği zaman gönderdiği kartta bile "Simone, Rus
salatasını hâlâ eskisi kadar seviyor mu?" diye yazmıştı.
Yazılarda bile benden söz edilmesi sevinçten çılgına
çevirmişti beni; yere göğe sığamaz olmuştum. Demek dikkati
çekiyordum! Sonra bir gün, Notre-Dame-des-Champs
kilisesinin önünde bu Bay Dardelle ile karşılasak. Yine bana
takılır diye umuyordum. Dönüp, iki çift tatlı söz etsin diye
çabaladım durdum; ama nafile! Bu sefer daha da artırdım
şamatayı. Sus diye azar işittim bir de üstelik. Böylece her
çıkışın bir inişi olduğunu, şanın şöhretin hiç de öyle ömürlü
olmadığını pek acı bir deneyle öğrenmiş oldum.
Çoğunlukla, bu tür düş kırıklıklarına uğramamam için
ellerinden geleni yapardı çevremdekiler. Evde, en ufak bir
sözüm, en küçük bir davranışım, büyütülür, dillere destan
edilirdi. Herkes yaptıklarımı can kulağıyla dinler, büyüyüp de
küçülmüşlüğüm ağızdan ağza dolaştırılırdı. Dedemler,
amcamlar, teyzemler, teyzezadeler, amcazadeler ve daha bir
yığın yakın uzak akraba, beni el üzerinde tutmakta, başımı
göklere değdirmekte birbirleriyle yarış ederlerdi. Bunlar
yetmiyormuş gibi, anladığım kadarıyla, tümen tümen de
doğaüstü varlıklar, kutsal bir titizlikle bana kol kanat
germekteydiler. Daha yürümeye başlar başlamaz, annem
elimden tuttuğu gibi beni doğru kiliseye götürmüş; kimi
alçıdan, kimi balmumundan, kimi duvarlara çizilmiş bir sürü
Isa, tanrı baba, Meryem Ana tasvirleri ile bir o kadar da
melek resmi göstermişti. Bu meleklerden biri de, tıpkı Louise
gibi, sadece ve sadece bana göz kulak olmakla görevliydi.
Benim altında soluk alıp verdiğim gökyüzüm iyilik dolu
bakışlarla üzerine çevrilmiş gözlerden meydana gelen on
binlerce yıldızla bezenmişti.
Yeryüzündeki dertlerimle ilgilenen meleklerim ise annemin
kız kardeşi ile annesiydi. Anneannemin elma gibi pembecik
pembecik yanakları, kar gibi saçları vardı. Kulaklarında
sallantılı elmas küpeler takılıydı. Sert, yuvarlak, renkleri
başımı döndüren, hoş kokulu pastiller emerdi. Anneannemi
yaşlı olduğu için, teyzemi de genç olduğu için severdim. Lili
teyzem, tıpkı küçük kızlar gibi annesi babasıyla beraber
otururdu. Büyükler içinde kendime en yakın onu bulurdum.
Kırmızı suratlı, kel kafalı, çenesi bir tutam diken gibi sakallı
dedem, beni bacağına ata biner gibi oturtup hoplatırdı. Ama
sesi öylesine kalın ve boğuktu ki, insan onun neşeli mi, öfkeli
mi olduğunu bir türlü sökemezdi. Perşembeleri yemeğe onlara
giderdim. Anneannem daima sevdiğim şeyleri pişirmiş
olurdu: Ya beyaz salçalı tavuk dolması, ya balık köftesi, ya
bizim evde "yüzen ada" denilen tatlıdan... Yemekten sonra
dedem, işlemeli koltukta şekerleme yapar, ben de masanın
altında sessizce oynanabilecek oyunlar oynardım. Sonra
dedem sokağa gider, anneannem de dolaptan sesli topacı
çıkarırdı; oynardık. Topacı çevirir, dönerken de üzerine renk
renk kartondan kesilmiş halkalar atardık. Daha sonra
anneannem "Skitter Efendi" adını taktığı kurşundan dökme
bir biblonun arkasına geçer, beyaz, hapa benzer bir şeyi
tutuşturur, bu kapsülün içinden yılan gibi tavrım kıvrım,
kahverengi bir şeyler çıkardı. Beraberce domino,
kızmabirader oynardık. Dedemlerin yemek odası bunaltırdı
beni. Antikacı dükkânı gibi tıklım tıklım eşya doluydu;
duvarlarda iğne batıracak yer yoktu, çeşit çeşit kanavalar,
porselen tabaklar, yağlı boyalar, yeşil bir lahana yığınının
Description:Çağdaş kadın yazarların en büyüğü olarak kabul edilen Simone de Beauvoir, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de sevilen, çok okunan bir yazar ve düşünürdür. Daha önce yayımladığımız "Kadın" (Le Deuxieme Sexe), "Kadınlığımın Hikayesi" (La Force de l'Age - La For