Table Of ContentMODERNİTE
I
MUHAFAZAKÂRLIK
Muhafazakârlar, On Dokuzuncu yüzyıl boyunca
liberallerin tüm öneri ve politikalarına meydan
okumuştur. Bu bölüm birbirinden farklı üç
muhafazakârdan alıntıyla başlar: Avusturya Şansölyesi
Prens Metternich, ünlü Fransız düşünürü Alexis de
Tocqueville ve İngiliz hukukçu James Fitzjames
Stephen. Bu şahsiyetlerden her biri, liberalizm tehdidi
karşısında farklı bir tutum sergilemiştir.
Muhafazakârlar, Sanayi Devrimi’nin ilk döneminde
liberallerin “bırakınız yapsınlar” politikasının, İngiliz
halkının geniş bir kesimine mal olduğuna inandıkları
olumsuzluklara işaret eder. Parlamentodaki tanınmış
muhafazakârlardan Michael Sadler (1831) ve Lort
Ashley’in (1842) başkanlık ettiği iki ayrı araştırma
komisyonunun reform önerilerine hazırlık mahiyetinde
topladıkları işçi sınıfının duruma dair bilginin büyük bir
kısmı, Thomas Carlyle tarafından “bırakınız yapsınlar”
politikası yerine, patronların işçilerine karşı iyi
davranmalarını mümkün kılacak, himayeci politikaların
benimsenmesini önermek üzere değerlendirilir ve mutlu
olduğu varsayılan Orta Çağ ser(cid:0)eri ile modern
proletaryanın içinde bulunduğu gerçek sefalet
arasındaki farka işaret eder.
Bu görüşün ortodoks Hıristiyanlar tarafından teyidi,
liberal kültürün din karşıtı unsurlarına meydan okuyan
bir diğer vakıadadır. Ünlü Anglikan Piskopos Samuel
Wilberforce, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkan pek
çok din adamından biridir. Papa IX. Pius, Syllabus of
Errors’da{1} liberalizmi ve liberallerin tüm çalışmalarını
kınar. Kardinal Newman, liberalizmin Protestanlığın
altını oyarak Katolikliğe benzettiğini iddia eder.
Kısacası, “din ile modern kültür arasındaki çatışma” On
Dokuzuncu yüzyılda doruk noktasına ulaşır.
A. SİYASET
1. Siyasal İnancın Teyidi*
* Pierre Richard Metternich, Memoirs of Prince Metternich, ed. Charles
Scribner’s Sons, 1881.
Klemens Metternich
Prens Klemens Metternich (1779-1859) 1809-1849
arasındaki kırk yıl boyunca, Habsburg Monarşisi’nin
önde gelen devlet adamıdır. Usta bir diplomat olarak,
Napolyon’un devrilmesi ve 1815 Viyana Anlaşması’nın
koşullarının oluşturulmasında belirleyici rol oynar. Asıl
amacı, Viyana Anlaşması’nı, liberalizmin ve
milliyetçiliğin “tahripkâr” gücünden korumak için
kullanmaktır. Bu güçlerin, Avrupa çapında, gizli bir
ittifak içinde organize olduklarına inanır ve bu
gelişmeye karşı koymak üzere, aynı derecede yaygın
bir prensler birliği talep eder. Planı, herkesi tehdit eden
radikalizm tehlikesine karşı ortak tedbir almak üzere
hükümdarların düzenli bir biçimde istişarede
bulunmalarını öngörmektedir. 1820’de Napoli’de bir
devrim patlak verir ve Troppou’nun Çek kasabasında
bir kongre çağrısı yapılır. Kongreye katılan Rus Çarı I.
Aleksandr, Metternich’ten “inancını teyit eden” (bir tür
günah çıkarmadan bahsetmektedir) bir siyasal
müzekkere hazırlamasını ister. Ve Metternich,
Avrupa’daki devrimsel nitelikli karışıklıkları kendince
tavsif eden, bunların nedenleri ve çarelerini anlatan
ayrıntılı bir rapor hazırlamak suretiyle çarın bu isteğin
yerine getirir.
Liberalizm Batı dünyasının hangi değerlerini tehdit
eder?
Meşhur bir yazar geçenlerde, “Avrupa,” dedi,
“maneviyat sahibi insanda acıma, erdemli insanda
korku uyandırır.”
Durumun daha net bir resmini birkaç kelimeyle
çizmek, bu satırların kaleme alındığı şu sıralarda kolay
değildir!
Krallar, yakın bir gelecekte yaşamlarında vuku
bulacak değişiklikleri hesaba katmalıdır; gemi azıya
almış ittifak, toplumun varlığının temeli olarak saygı
duyduğu her şeyi yıkmak üzere tutkuyla harekete
geçmiş; din, kamu ahlakı, yasalar, gelenekler, haklar ve
ödevler saldırıya uğramış, allak bullak edilmiş veya
sorgulanmaktadır. Halkın geniş bir bölümü bu
saldırıların ve devrimlerin tepkisiz izleyicileridir ve her
türlü savunma aracından yoksundur. Sel içlerinden
bazılarını alıp götürür belki ama çoğunluğun arzusu,
artık mevcut olmayan ve hatta temel unsurlarının bile
yok olduğu bir huzur ortamında yaşamaktır.
Tüm bu kötülüklerin sebebi nedir? Bu kötülüğün tesisi
hangi yöntemlerin ürünüdür ve sosyal bünyenin
damarlarına nasıl nüfuz eder?
Bu kötülüğün yayılmasını önleyecek yollar hâlâ
mevcut mudur ve bunlar nelerdir?
Şüphesiz, bunlar düzen dostu ve toplumsal huzur
arayan -ki bu iki unsur ilkesel olarak birbirinden
ayrılamaz ve insanlığın en temel ihtiyacı olarak
kutsalıdır- her iyi insanı endişelendiren hususlardır.
Bugüne dek dünyaya adını hak eden, gerçekten hak
eden bir kurum bahşedilmedi mi hiç? Toplum, doğru ile
yanlışı ayırt edebildiğine inandığı günden beri, hakikat
hep hatalarla mı gölgelendi? Her yerde belirli aralıklarla
ve tekrar tekrar sayısız fedakârlık karşılığı kazanılan
tecrübe yanılgıdan mı ibarettir? Toplum bir anda
aydınlığa çıkabilecek mi? Bilgiye vahiy yoluyla mı
ulaşılacak? Eğer bunların mümkün olduğunu
düşünüyorsak, o halde bunların gerçekleşeceğine
inançla başlamak gerekir. Hiçbir şey hata kadar
ölümcül değildir; hata yapmaya niyetimiz yok, bunu
istemiyoruz. Şimdi sorunu ele alalım!
Kötülüğün Kaynağı
İnsanın doğası değişmezdir. Toplumların öncelikli
ihtiyaçları aynıdır ve aynı kalır; var gibi görünen ve
toplumları etkileyen farklılıklar, iklim çeşitliliği, toprağın
kısırlığı ya da zenginliği, coğrafi konum vb. doğal
nedenlerle açıklanır. Bu yerel farklılıkların fiziksel
ihtiyaçların çok ötesinde etkileri olduğu bir gerçektir.
Daha yüksek düzeyde ve kendine has ihtiyaçlar yaratır,
hatta belirler; yasaları etkiler ve din üzerinde bile etkin
olurlar.
Öte yandan, her şey gibi kurumlar da kökeni itibariyle
muğlaktır; çeşitli gelişme aşamalarından geçip
mükemmelliğe ulaştıktan sonra gerileme ya da çöküş
yaşar; insan doğasıyla uyumlu olarak çocukluk,
gençlik, güç ve aklın egemen olduğu dönemlerden
sonra çürümeye başlarlar.
Sahip oldukları güçten geriye sadece iki unsur kalır
ve bu güçler kendini göstermekten asla vazgeçmez.
Bunlar, maneviyat -dini ve toplumsal ahlak kuralları- ve
yerel ihtiyaçlardır. İnsanlar bu iki esastan sapmaya
başladıkları, kaderlerinin egemen unsurlarına
başkaldırmaya kalkıştıkları andan itibaren toplum
hastalanmaya başlar ve kaçınılmaz olarak sarsılır,
çalkalanır. Her ülkenin tarih kitabı, benzer durumların
yol açtığı sonuçları anlatan kanlı sayfalarla doludur
ama biz çelişkiye düşmekten korkmaksızın iddia
ediyoruz ki, insanoğlunun böylesi bir kötülüğün yıkıcı
etkilerine bu kadar geniş bir alanda maruz bırakıldığı
bir başka çağ olmamıştır. Nedenleri tabiidir. (…)
Düşüncenin basım yoluyla iletilmesinin kolaylaşması,
barutun icadıyla saldırı ve savunma yöntemlerinin
tamamen değişmesi, Amerika’nın keşfinin devreye
soktuğu metal (para) miktarı sayesinde mülkün
değerinin farklılaşması, yeni kıtada servet edinme
imkânının kışkırttığı maceracı ruh, kısaca çok sayıda
ve çok önemli değişikliklerin yol açtığı toplumsal ilişki
değişikliklerinin hepsi Reformasyon’un ahlak
dünyasında yarattığı devrimle taçlanarak daha da
gelişmiştir.
İnsan aklı son üç yüzyıl içinde son derece hızlı
gelişmiş, ne var ki, bilgelik (tutku ve yanlışı
dengeleyebilecek mekân unsur) aynı hızla
gelişmemiştir. Sahte sistemlerin hazırladığı devrim, On
Sekizinci yüzyılın ikinci yarısında şanlı hükümdarların
çoğunun içine düştüğü ölümcül yanlışlar, bilgide
ilerlemiş ve fakat keyfe kapılıp güçten düşmüş ve
olayları değerlendirmekten aciz, önemsiz denilebilecek
insanların yaşadığı bir ülkede, sonunda patlak verdi.
Toplumun şu an içinde bulunduğu durumun birincil
nedenlerine hızla göz attığımıza göre, şimdi onu bir
vuruşta sahip olduğu her şeyden etmekle tehdit eden
kötülüğün kendine has özelliklerine daha ayrıntılı bir
biçimde işaret ederek keyfini kaçırmamız gerekir. Bu
kötülük tek bir kelimeyle tanımlanabilir: küstahlık. Yani
insan aklının birçok şeyi mükemmelleştirme yönündeki
hızlı gelişiminin tabii sonucu! Küstahlığın neredeyse
evrensel bir özellik haline gelmiş olması nedeniyle,
bugün pek çok insan baştan çıkmış, kötü yola
düşmüştür.
Din, ahlak, yasama, ekonomi, siyaset, yönetim,
bunların hepsi herkes için ortak ve ulaşılabilir hale
gelmiştir. Ne var ki, söz konusu insan bilgiyi sanki vahiy
yoluyla elde eder, deneyimin hiçbir değeri yoktur, iman
bir şey ifade etmez, yeri sözde bir görüşle ikame edilir
ve bu görüş uğruna araştırma ve çalışmadan vazgeçilir.
Bunlar bir bakışta her şeyi, tüm sorunları ve gerçekleri
kavrayabileceğine inanan sıradan bir aklın işidir.
Yasalar ona bir şey ifade etmez, değersizdir, çünkü
onların yapılmasına katkısı olmamıştır; ona göre kaba
ve cahil nesillerin çizdiği sınırları kabul etmek, onun
gibi bir insana yakışmaz. Güç ondadır; sadece
aydınlanmadan ve bilgiden nasibini almamış insanlar
için gerekli olan güce teslim olmanın ne anlamı vardır?
Ona göre akıl ve coşku çağında evrensel
mükemmeliyete ulaşmak için gerekli olan, Alman
yenilikçilerin tanımladığı üzere, ki saçmalıktır, Halkların
Özgürleşmesi’dir! Ahlak kavramına açıkça saldırmaz,
çünkü o olmadan kendi varlığından bir an olsun emin
değildir ama onun esaslarını kendine göre yorumlar ve
kendisini öldürmemesi ya da soymaması şartıyla,
başka insanların da aynı şekilde yapmasına göz
yumar.
İnanıyorum ki, küstah bir insanın özelliklerini
tanımlamak suretiyle günümüz toplumunun özelliklerini
de tanımlamış olduk. Küstahlık, her insanı kendi
inancının rehberi, kendisi için memnun olduğu ya da bir
başkasının onu ve çevresindekileri yönetmesi için razı
olduğu yasaların belirleyicisi, kısacası, onu kendi
inancının, kendi eylemlerinin ve kendi ilkelerinin yargıcı
yapar. (...)
Kötülüğün İzlediği ve Halen İzlemekte Olduğu Yol
Toplumun üzerine çökmüş bulunan bu kötülüğün
üzücü yoğunluğunun bize göre iki tür nedeni var. Birinci
türde olanlar şeylerin doğasıyla öylesine bağlantılı ki,
bunlara hiçbir insani öngörü engel olamazdı. İkinci
türdekiler, etkileri itibariyle her ne kadar benzer
görünse de iki alt gruba ayrılmalıdır.
Bu nedenlerden birinci türde olanlar olumsuz, ikinci
türde olanlar olumludur. Birinci türdekilerin arasına
hükümetlerin güçsüzlüğünü ve eylemsizliğini
koyacağız.
Bu hükümetlerden hiçbirinin toplumun bir krize veya
kötülüğe yönelmiş olduğundan bihaber olmadığını
görmek için On Sekizinci yüzyıl boyunca izlenen yola