Table Of ContentAYDINLANMA
I
“Avrupa’nın vicdani buhranı” Fransız tarihçi Paul
Hazard, La Crise de la Conscience Européenne adlı
kitabında, 1680 ile On Yedinci yüzyıl arasında
entelektüel dünyadaki çalkantıyı{1} böyle tanımlar. On
Sekizinci yüzyıl aydınlanmasını hızlandıran bu
“buhran” elbette bir felaket niteliğinde değildir. Nitekim
Aydınlanma, geçmişle ilgili dehşet verici bir kopuş
özelliği göstermemiş, Rönesans ve onun mantıki
sonucu olan bilimsel devrimden evrilmiştir. Bu
bağlamda, entelektüel sınıfın büyük bir kısmının din ve
ilahiyat ağırlıklı düşünce biçimlerinden şikâyetçi
olduklarının farkına vardıkları bir dönüm noktasından
ibarettir. Fransa’da XIV. Lous’nin, İngiltere’de
Restorasyon dönemlerinin{2} düşüşe geçtiği yıllarda,
Orta Çağ Katolik ve Protestanlarının dünya
görüşlerinden son derece farklı bir dünya görüşü
ortaya çıkar. Bu yeni dünya görüşünün Orta Çağ
düşüncesine çok şey borçlu olduğuna haklı olarak
dikkat çeken, Carl Becker{3}, daha da ileri gidecek,
filozofların “sırf daha modern malzemelerle yeniden
inşa etmek için Kutsal Augustine kentini tahrip
ettiklerini” söyleyecektir. Ama onun bu açıklaması
“buhran”ın nedenlerini muğlaklaştırmakla kalır. Öte
yandan, Aydınlanmayı, “Avrupa kültür ve tarihini
oluştura gelen dini ve ilahiyatçı yapılanmaya ters
düşen modern tanımına uygun dönemin başlangıcı ve
temeli” şeklinde yorumlayan Troeltsch, gerçekleri daha
iyi temsil etmektedir.{4}
On Sekizinci yüzyıl Paris’inin ve Fransız taşrasının
salonlarında, Mason localarında ve kahvehanelerinde
konuşulan konular, makineler ve toplum mühendisliği,
doğa yasaları ve eğitim gibi konulardır. Her şeyin
filozofların istedikleri gibi gerçekleşmediği muhakkaktır.
Eski inançları savunanlar çetin artçı muhabereler
verirlerken, “Romantikler” kısıtlı da olsa Aydınlanma
karşıtı saldırılar düzenlenmeyi başardı. Bunlara
rağmen filozoflar geleceği temsil ediyordu ve Batı’nın,
Bilim Çağı’na kesin olarak girmesi, onların sayesinde
oldu.
İngiltere, Almanya ya da İtalya değil, Fransa’yı
Aydınlanman’ın vatanı yapan unsurlar birden fazladır.
Bunları, III. Louis saltanatı altındaki eski rejimin
(ancient régime) çöküşü, orta sınıfının refah
seviyesinin ve özbilincinin artması, Almanya’da
potansiyel reformcuların halkın arasından çıkmasını
engelleyen siyasi maniaların ve filozofların yokluğu
şeklinde sıralayabiliriz. Bundan böyle “filozof” olarak
adlandıracağımız bu insanlar, yani Voltaire, Diderot ve
Ansiklopediciler ve Baron D, Holbach gibi gurbetçiler,
yeni bir tür entelektüel sınıf oluşturur. Bu insanlar,
teknik ve akademik anlamda filozof olmadıkları gibi, ne
bir akademisyen ne bir uzman ne bir nedim ne de bir
‘beyefendi”diydi. Kesinlikle fildişi kulesi tipleri
değillerdi. Kilise ve üniversitenin yerleşik dünyasına
karşı çağırılarını yeni yeni uyanmaya başlamış olan
halka doğrudan yapan edipler, halka-indirmeciler
(popularizers) ve propagandacılardı. İlk örneklerinden
biri Fontenelle’dir. Ancak, hareket onu aştı, filozoflar
sadece bilgiyi ilerletmeyi değil, aynı zamanda
toplumun eğitim ve dini sistemini, ekonomik ve sosyal
yapısını, nihai olarak da siyasi sistemini değiştirmeyi
arzu eder oldular. Ne bir devrim öngörüleri ne de bir
devrim istekleri vardı; buna karşın keskin eleştirileri ve
bin bir sosyal iyileştirme projelerinin eski rejimin
devrilmesine katkıda bulunduğu şüphesizdir.
Filozofların sahip olduğu nüfuza gelince, bu konuda
da en ufak bir şüphe yoktur. Özellikle de
Malesherbes’in devraldığı 1750’den sonra hiçbir
şekilde vahşi olmayan resmi sansürlere rağmen,
fikirler gittikçe daha çok okuyan halka ulaşmayı
başarmıştır. Filozoflar, başlangıçta, bilerek ve
isteyerek, ortalama eğitimli insanların anlayabilecekleri
ve keyfini çıkarabilecekleri şekilde yazar. Almanya
üzerine yazdığı 1813 basımı kitabında, Fransız
aydınlarının toplum bilincini yorumlayan Mme de Stael,
Almanların biçimi içeriği feda ederken, Fransızların fikri
iletebilmek için içeriği biçime feda ettiklerini yazmıştır.
Böylece, Almanlar soyut ve özgün düşüncede
sivrilirken, Fransızlar belirli bir hedefe yönelen
toplumsal düşüncede sivrilirler. Bir Parislinin canlı
sohbetlere (esprit de conversation) ev sahipliği yapan
salonu, gezici kütüphaneler ve popüler gazeteler,
Avrupa’nın dört bir yanında loca kuran Özgür
Masonlar Cemiyeti gibi yeni entelektüel müesseseler,
felsefenin büyük kitlelere ulaşması için gerekli
kanalları oluştururlar. Ancak, son tahlilde, filozofların
nüfuzlarının artma nedeni, Abbé Sieyes’in{5} ifadesiyle,
orta sınıfın, ekonomi şöyle dursun, sosyal ve politik
olarak “bir şey olmak” umut, arzu ve korkularını
dillendirmiş olmalarıdır. Nitekim Richard Steele’in{6}
Bilinçli Âşıklar adlı oyununda, Bay Sealand, Bay John
Bevil’e, “Söylememe izin ver,” der, “Biz tüccarlar
seçkinler sınıfının bu son yüzyılda dünyaya açılmış bir
kolu olarak, kendinizi her zaman bizden üstün görmüş
olan siz topraklı asiller kadar saygın ve hemen hemen
aynı ölçülerde de faydalıyız.”
Bütün filozoflar burjuva değillerdi, aralarında çok
sayıda manastır lideri (başkeşişler, düşkün soylu da
vardı; ayrıca, Marksist anlamda dar bir sınıf bilicine de
sahip değillerdi. Bununla beraber, eski rejime
saldırılarında, son yüzyılda dünyaya açılan “bir şeyler
olmaya” istekli sınıfları desteklemekten geri
durmadılar. On Sekizinci yüzyıl, Fransız burjuvazisinin
sadece zengin değil, aynı zamanda bilinçli olduğu
yüzyıldır. Fransız burjuvazisi, geçimlerini ileri
gelenlerden ziyade halkın talebiyle sağlayan öncü
entelektüellerin masraflarını karşılamalarında onlara
yardımcı olmaktaydılar. “Böylece, On Yedinci yüzyılın
ayrıcalıklı ve feodal entelektüelliği, yerini On
Dokuzuncu yüzyılın demokrat entelektüelliğine
bırakmaktaydı.”{7} O halde, burjuvazi olmadan
filozofların var olmaları neredeyse imkânsızdı. Buna
karşın, filozoflar olmadan da burjuvazinin ne özgüveni
ne de felsefi temeli eksiksiz olurdu.
II
Aydınlamanın “zihni”ni, Rönesans ve bilimsel
devrimle birlikte bu ortam şartladı. Filozoflar özde
İnsancıydı. Ne öbür dünyanın gerçekliğine ilişkin
hissiyatları vardı ne de ruhaniyetin derinliğine inme
hevesleri. Dini meditasyon ve inzivayı hiç
anlamazlardı. “Tembellik gibi fıtratımızı aşağılıklaştıran
bir eylemin lakabının ‘büyüklük’ olabileceğini
düşünmek ne garip,” demişti, Voltaire, insanların
başlarına ne geliyorsa bir odada sessizce oturmasını
bilmedikleri için geliyor şeklindeki darbımeseliyle ünlü
şamar oğlanı Christian Pascal’a. Filozoflar,
toplumsallığa ve toplumsal eyleme hayranlık duyardı.
Bu dünyayı insanlığın yaşayabileceği daha rahat, daha
kabul edilebilir bir yer haline getirmeyi her şeyden çok
istediler. Dini hoşgörü, siyasi adalet ve eğitim
reformunu teminat altına alma, işkence ve cadı
avlarını ortadan kaldırmak için yiğitçe mücadele ettiler
ve hayli başarılı oldular. Temel entelektüel
başarılarıysa, beşeri ve toplum bilimleri alanlarındadır.
Aydınlanma, başta kimya ve biyoloji olmak üzere
doğal bilimlerde gelişme kaydetti, ancak en özgün
katkıları, doğa bilimcilerin yöntem ve kurallarını
insanlığın bütüne yayma çabalarıdır. Her şeyin ölçütü,
insan ve insanın dünyasıdır. Sonuç olarak da
Aydınlanma, Batı düşünce ve kültürünün
iyileştirilmesinin de ötesinde, laikleştirilmesinde derin
bir rol oynamıştır. Siyasi ve ekonomik düşünce, dinin
etkisinden nihayet kurtulurken, din de gizemli
olmaktan kurtulur.
Filozofların kullandıkları kelimeler, bize akıllarının
nasıl çalıştığına dair ipucu verirler. “Akıl”{8} “doğa” ve
“ilerleme” kelimeleri, gerek metinler, gerekse
diyaloglarında diğer kelimelere nazaran daha sık
kullanılır. On Sekizinci yüz yıl genellikle “akıl çağı”
olarak adlandırılır, ancak, “akıl” hemen her çağda
başvurulan bir şeydir ve Aydınlanma çağında özel bir
anlamı olduğu vurgulanmalıdır. On Dokuzuncu yüzyıl
tarihçisi Lecky’nin Aydınlanma akılcılığından anladığı,
“belirgin bir doktrinler ya da eleştiriler dökümünü değil,
son üç yüz yılda Avrupa’da hayli önem kazanmış olan
farklı düşünce ve önyargıları”dır.{9} Nitekim Aydınlanma
sürecinde “akıl”ın anlamı “eleştirel akıl”dır; “akılcılık”
ise başta ilahiyatçılarınkiler olmak üzere hiçbir
düşünceyi sorgulamadan kabul etmemeyi gerektirir.
Geleneğe, otoriteye, vahiye ve “gayretkeşliğe” karşıdır
ve bu bağlamda, Descartes’ın günün kurum ve
törelerine uygulanan sistematik şüpheciliğini yansıtır.
On Dokuzuncu yüzyıl pozitivistleri, On Sekizinci
yüzyıla “İlahiyat Çağı”ndan sonra geldiğini vurgular
şekilde, “Metafizik Çağı” adını taktı. Ne ki, “metafizik”
Aydınlanma akılcılarının gözünde işe yaramaz bilgiler
üreten bir tür hilekârlıktı. Öyleyse, bu pozitivist
filozofların kesinlikle anti-entelektüel olduklarını
söylememeli miyiz?{10} Filozoflara göre akıl sağduyu ile
eşanlamlıydı; Voltaire, “Son birkaç yılda Avrupa’nın
semalarında patlayan ışığın” sağduyunun ışığı
olduğunu söyler. Sağduyunun, Orta Çağın skolastik
âlimlerinin tabi oldukları kati disipline ihtiyacı yoktur;
kendisini Bacon’ın “idol”lerinden kurtarabilen her
insan, aklı selim sahibi olabilir.
Filozoflar bir ölçüde kendi akılcılıklarının kurbanı
oldular. Kendilerini akılcı ve bilimsel bir toplum
yaratmaktaki ileri görüşlülükleri için takdir ederken, lirik
şiirinin ve gotik mimarinin derinliğini ya da
Hıristiyanlığın ne denli bir umman olduğunu
algılayamadıkları için acımalıyız. Montesquieu, İran
Mektupları’nda (Lettres Persanes) “Şairler, aklıselime
pranga vurmayı; aklı, -eski zamanlarda takılarının, süs
eşyalarının altına gömülen kadınlar misali- bezeklerle
ezmeyi meslek edinmiş insanlardır (…) onları hakir
görüyorum,” demektedir. Kendisi de bir filozof olan
D’Alembert Büyük Ansiklopedi’nin ön hazırlığında yer
alan söyleminde, felsefi ruhun, “hayal gücünün
canlılığını soldurmakla tehdit ettiğini” söylediği tiyatro
ve edebiyata da (belles-lettres) yayılıyor olmasından
üzüntü duyduğunu ifade eder. Bu tarz ifadeleri
okuduğumuz zaman, neden Akıl Çağı’na karşı bir
Romantik başkaldırının şart olduğunu da anlayabiliriz.
Aşırı akılcılık, çoğu zaman filozofların siyasi ve
ekonomik görüşlerini biçimlendirmiş ve onları insan
doğasının naif diyebileceğimiz yorumuna sürüklemiştir.
On Yedinci yüzyılın sonlarında gerçekten tümevarımcı
bir toplumbilimi oluşmaktaymış gibi gözüküyordu, ne ki
filozoflar bu bilimi geliştirmek adına hemen hiçbir şey
yapmadı. Toplum araştırmalarında zamanın itibarlı
bilimi olan matematiksel fiziğin yöntemini uyguladılar,
geçmiş deneyimlerden ya da hayati istatistiklerden
yola çıkacakları yerde, birkaç basit olguyu
çözümleyerek bunları genellemeyi seçtiler. Koruyucu
Azizleri John Locke’un yaptığı gibi, çoğu zaman,
insanın doğası olduğunu kabul ettikleri bir önermeden
evrensel yasalar istintaç ettiler. Montesquieu gibi
Kanunların Ruhu’nu yazmadan önce, antik ve modern
çağların anayasalarını toplayıp inceleme zahmetine
girişmiş adamlar; tarım ve finans hakkında On
Sekizinci yüzyılın Fransa’sında ortaya çıkan somut
olgusal çalışmalar gibi istisnalar da vardı. Teorik
alanda değilse bile, uygulamada filozofların çoğu
“geometri ruhu”nu (esprit geometrique) pozitivizme
tercih etmiştir. Sağduyuları ve uygulanabilir reformlara
olan ilgileri, Voltaire gibi filozofları gelenekçiler kadar
doktrinci olmaktan korumuştur.
İnsan doğası bu filozoflara esas itibariyle rasyonel
ve toplumcu görünür. İnsanoğlu çıkarlarını kollar,
ancak Adam Smith’in de belirttiği gibi, kişisel çıkarlar
çoğunlukla toplum refahının gelişmesine de katkıda
bulunur. Matematiksel fiziğin ruhunda evrensel olanı,
tekilin özünü teşkil eden bu filozoflar insan
doğasındaki salt kişiselliğin ve rastlantısallığın altını
çizen tözeli ve evrenseli aramıştır. Onlar aklın kimliğini
(sağduyuyu) keşfettiklerini iddia etmiştir. Eğer bir insan
mantık çerçevesinde davranmıyorsa, bunun en temel
sebebi “orijinal” doğasının bozulmasına neden olmuş
yersiz kurumlar ve kötü eğitimdir. Öncelikle şunu
hatırlamalıyız: Bu filozoflar ekonomik refah düzeyinin
yükselmesine ve On Yedinci yüzyılın büyük bilimsel
başarılarına tanıklık etmiş bir dönemde yaşıyordu. Hiç
şüphe yok ki onlar ilk günah doktrinini
benimsememiştir. Condorcet, “Eğer Pascal bir
insanının yozlaşmasını boyayarak kapattığında her
zaman haklıysa, kendi yozlaşmasını doğal ve
iyileştirilemez genel bir olgu gibi gördüğünde bu
Pascal’ı haklı olmaktan çıkarır,” der.
Eskiden beri var olan yanılsamalar onu
merhametsizleştirmiş ve yozlaştırmıştır. Ancak bizler
de çabucak umudumuzu kaybetmemeliyiz çünkü onu
aydınlatarak daha iyiye gitmesi ve daha mutlu olması
yönünde onu cesaretlendirebiliriz. Pascal insanoğlunu
Description:Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme sancıları çektiği On Sekizinci yüzyılın ilk çeyreği ile On Dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa medeniyeti derin ve karmaşık bir kriz atlatır. "Fransız İhtilali ve Napolyon Çağı" olarak adlandırılması âdet olmuş bu krizin kökenleri, O