Table Of ContentRÖNESANS
İçimdeki iki adamın birbirlerine üstün gelmek için düşüncelerimde
verdikleri o inatçı ve henüz galibi belli olmayan savaş şiddetle sürüyor.
Petrarca, Dionigi
De’Roberti’ye Mektup
Karakterini biçimlendirmeye çalıştığım kişi Romalıların anladığı
anlamda “bilge kişi” olmalı, yani teorik çalışmalarda değil, fiiliyatta ve
geçirdiğimiz deneyimlerde kendini gösteren gerçek bir devlet adamı.
Quintilia
n, Belagatin
Esasları
Talih çoğu zaman yarışın ortalarında, bazen de sonuna doğru
kırılgan ve kibirli hedeflerimizi hayal kırıklığına uğrattı; bazen limanı
çok uzaktan bile göremeden onları sulara gömdü.
C
astiglion
e,
Nedim
Yani, okuyucu, bu kitabın konusu bizzat ben kendimim.
Monta
igne,
Dene
meler
Tüm o barbarlık, tüm çürüme, tüm o aklı baştan alan, gözü kör
eden Latin yozluğu bu dünyanın içine sokuldu ve Tully [Cicero] ve
Sallustius ve Virgilius ve Terence’in zamanında kullanılan, Aziz
Hieronymus ve Aziz Ambrose ve Aziz Augustine’in kendi dönemlerinde
öğrendikleri eski Latin hitabetini ve Roma dilini zehirledi. Ben, görüşü
bilahare perdelenmiş bu dünya tarafından ortaya atılan ve edebiyat
değil, ayıbiyat olarak adlandırılabilecek tüm bu küfürleri bu okulda
yasaklıyorum ve hocaların öğrencilerine bilgeliklerini saf ve namuslu
bir belagatle destekleyen yazarları öğretmelerini istiyorum.
John Colet, Aziz
Pavlus Okulu
Nizamı
I
RÖNESANS VE “İNSANCI”
AKIMLAR
Şair ve edebiyat eleştirmeni İngiliz John Addington
Symonds (1840–1893), Rönesans hakkında şöyle
yazmıştır: “Avrupa halklarının ortaya koyduğu insani
ruh tarafından ortaya çıkartılan bilinçli özgürlüğe
ulaşmanın tarihidir. (...) Rönesans döneminde aniden
büyük önem kazanan sanat eserleri ve icatlar, bilgi ve
kitaplar Orta Çağ dediğimiz Ölü Deniz’in kıyılarında
ihmal edilip bırakılmıştı.” Symonds’a göre Rönesans,
“bugünün milletleri olarak bizlerin, demokrat
düşüncenin oluşumu içerisinde hâlâ evrilmeye devam
ettiğimiz” büyük özgürlük tiyatrosunun ilk perdesini
temsil etmektedir.{1} Bu söylem, tarihçilerin genel olarak
çok yakın zamanlara kadar kabul ettikleri ve ders
kitaplarının ölümsüzleştirdiği “klasik” Rönesans
kavramıdır. Kavramın temellerini atan ”yeniden doğuş”
mecazının mucitleri İtalyan insancılar, tarihi de eski,
orta ve modern olmak üzere üç döneme ayırır. Bununla
beraber, klasik kavram tam ifadesini, Jakob
Burckhardt’ın usta işi eseri İtalya’da Rönesans
Uygarlığı‘nın 1860 baskısından önce bulmayacaktır.
İngiliz Sydmond gibi, İsviçreli tarihçi için de Rönesans
modern tarihin ilk bölümünü, yani bireyin Orta Çağın
otoriterliğine, kolektivizmine ve çileciliğine karşı
ayaklanma sürecini temsil eder. Burckhardt, kısmen de
yaşadığı dönemin kaydını tutmak için yazmıştır.
İlerlemeye inanmakla birlikte, modern kültürün
tekdüzeliği ve bayağılığından müteessirdir, Rönesans
süreci ruhaniyetinin hatırlanmasında yarar olduğunu
düşünür.
Rönesansın klasik yorumu yakın zamanlarda
epeyce bir tashihe uğramıştır. Evrimci düşüncenin
tarihçiler üzerindeki etkisi, Orta Çağ araştırmalarının
artması, Orta Çağ ile Rönesans arasındaki çizgileri
bulandırmış, Rönesans’ın entelektüel ve kültürel tarihin
oluşmasındaki belirleyici rolün azaltmıştır. C. H.
Haskins’in On İkinci Yüzyıl Rönesansı (1927) ile
Huizinga’nın Orta Çağın Günbatımı (1919) başlıklı
kitapları, gidişatın yönünü işaretleyen eserlerdir.
Haskins gibi Orta Çağ uzmanları Rönesans’ı geriye,
Orta Çağa doğru iterlerken, On Beşinci yüzyıl
Burgonyasını inceleyen Huizinga’ya göre Orta Çağ,
Rönesans’ın içinde yer alır. Douglas Bush, “Orta Çağ
dinselliği ile Rönesans’ın paganizmi arasındaki çarpıcı
tezat” şeklindeki algıya itibar etmezken, E. M. W.
Tillyard, Elizabeth Dönemi Dünya İmgesi adlı eserinde
Rönesans’tan, “son zamanlarda kimliğini kaybetme
eğiliminde olan ve giderek Orta Çağın son
dönemlerinden ibaret bir kültür evresi” olarak bahseder.
{2}
Bana gelince, Bush ve Tillyard’n yorumlarını aşırı
bulmakla beraber, Rönesans’ın genel anlamda
sanıldığından daha az din karşıtı, buna karşın doğa
bilimlerine de sanıldığından daha uzak olduğunu
düşünüyorum. Ancak bu Rönesans’ın bir Orta Çağ
hareketi olduğu anlamına da gelmez. İçinde Orta Çağ
kalıntıları tabii ki vardır, ancak Rönesans insancıları
büyük ölçüde kendi yarattıkları dünyalarda yaşamıştır.
Bu dünya kesinlikle ne Clairvauxlu Bernard’ın ne de
Aziz Thomas Aquinas’ın dünyası olmadığı gibi, Francis
Bacon’ın, Galileo’nun, Descartes’ın dünyası da değildi.
Rönesans pek çok bakımdan modern bilimin ışımasına
tanıklık etti, ancak kendisi ışık değildi. İstisnai durumlar
olmakla birlikte, genel olarak ifade edersek, insancılar
bilimselden fikirlerden ziyade, insancı–dinsel kavramlar
çerçevesinde çalışmıştır. Skolastik düşünceyi alaya
alıp Kilise’yi eleştirmişlerdi, ancak evrensel bir
dindarlıktan yoksun değillerdi ve neredeyse hepsi,
sürekli vurgulamasalar da Hıristiyan dünya görüşünün
ana hatlarını benimsemişlerdi.
Rönesans’ın Orta Çağ kurumlarının çöküşüyle aynı
zamana denk geldiği hatırlanmalıdır. Kilise, Babil
Esareti{3}, Büyük Hizip{4} ve İtalyan Papalığının toprak
hırsı yüzünden saygınlık kaybediyordu. Feodal ülkeden
bağımsızlıklarını ilan eden kimi kentler, feodal ülkeye
ait kimi bölgeleri de kontrolleri altına almaktan
kaçınmıyorlardı. Özellikle Floransa gibi uluslararası
ticaretle uğraşan kentlerdeki Orta Çağ meslek
loncaları; bankacılar ve kapitalist girişimciler karşısında
güç kaybetmekteydiler. İtalya’nın bu dönemi,
Makyavelli’nin demesiyle, prensin, condottiere{5}’nin ve
sonradan görme zorbanın, yani “kuzeyin yeni
monarşisi”nin dönemiydi. “Novi homines” (yeni
adamlar) her yerdeydi, ekonomik ve politik güce doğru
ilerliyorlardı.
Diğer bir deyişle, Rönesans entelektüelleri, Orta
Çağlarda yaşayan mevkidaşlarına kıyasla çok daha
laik, hatta örf ve âdetlerin ufalandığı bir dünyada
yaşamaktaydı. On Dört ve On Altıncı yüzyıllar arasında
Kilise kültür üzerindeki tekelini kaybetmiştir. Yeni aydın
kesim, çoğunlukla laiklerden, orta tabakadan hatta alt
sınıftan oluşmaktadır. Sanatçıları, yazarları himaye
eden din adamları ve feodal aristokratlar yerlerini,
ünlerini artırmak üzere entelektüel istihdam eden “yeni
büyük”lere bırakır. Yeni entelektüel kurumların en
önemlileri olan klasik okullar, büyük oranda laik baniler
tarafından kurulmakta ve yönetilmektedir.
Yakın zamanlarda hayli popüler olan bu sosyo–
ekonomik yorum, Rönesans düşüncesinin tüm
veçhelerini izaha asla yetmeyecektir. Nitekim, en
parlak başarıların neden doğa bilimlerinde değil de
beşeri bilimlerde yaşandığını veya dini duyguların nasıl
olup da güç kaybetmediklerini açıklamaz. Lakin, Orta
Çağ’dan Rönesans’a uzanan süreçte entelektüel
yapıda meydana gelen değişim hiçbir kuşkuya meydan
bırakmayacak şekilde aşikârdır; entelektüel değişimin
çağdaş sosyal değişimle ilintili olduğu da şüphe
götürmez. Alp Dağları’nın ister güney, ister kuzey
yamaçlarında yaşasınlar, entelektüellerin vurguları
insancıdır: İnsan ve günlük yaşam, soyut değil, somut
ve uygulamaya dayalı; ortaklaşa kotarılan değil,
bireysel olarak başarılan; düşünsel değil, eylemsel
olan. Bir zamanlar ilahiyat şemsiyesi altında birleşen
bilgi, tasnif edilir. Eski çağların etiketlerini taşımayı
sürdürmelerinin nedeni, Yunan ve Roma’nın, yeni
insancılara referans sağlayabilecek bir büyük insancı
kültürün temsilcileri olmalarıdır. Her halükârda, burada
tanımlanan insancılık bir kimsenin ruhbanlığa dayalı ve
kırsal toplumla bağdaştıracağı bir düşünce yapısı
değildir.
Rönesans büyük bir felsefe çağı değildi, fakat ortaya
çıkardığı fikirler kesinlikle insancı bir etiket
taşımaktaydı. Orta Çağ’da evrensellikler (tümeller)
konusunda yaşanan büyük tartışma ile On Yedi ve On
Sekizinci yüzyıllardaki bilimadamlarını zora koşan bilgi
sorunu, Rönesans’ı etkilemiştir. Erasmus gibi insancılar,
beşeri ahlakla doğrudan ilgilenmeyen bütün felsefeleri
mahkûm etmiştir. Bu denli eleştirel olmasalar da,
örneğin Pico, Floransalı Eflâtuncular, hatta Neo–
Aristocu Pomponazzi gibi diğerleri de insanoğlunun
doğasını, özgür iradesinin ölçüsünü ve ruhunun
ölümsüzlüğünü tartışmayı seçmiştir. Ekonomik ve
siyasi fırsatlar çağında insan doğasını neredeyse
Pelagiusçu{6} bir bakış açısıyla ele almaları şaşırtıcı
değildir: “İnsana boşu boşuna mikrokozmoz veya
küçük evren denmemiştir. Bu sebeple bazı kimseler
insanın büyük bir mucize olduğunu söyler, çünkü insan
dünyanın bütünüdür ve doğanın her türlüsüne
dönüşebilir, zira hangi özelliği tercih ediyorsa, o özelliğe
ulaşma gücüyle mücehhez kılınmıştır.” Ne var ki, bu ve
buna benzer diğer ifadeler, insanoğlunun dış olaylar
üzerindeki değişmez gücünü göstermez. İnsancılar,
Kader veya Talih’in sırlarından fazlasıyla haberdardı ve
bunların insanoğluna oynayabilecekleri ve sıklıkla
oynadıkları oyunların bilincindedir. İnsancıların irade
özgürlüğünden kasıtları, varoluşunun tehlikeleri içinde,
siyasi ve ekonomik değişkenliklerin dişleri arasında
boğuşan insanoğlunun her şeye rağmen haysiyet ve
erdeme ulaşma kapasitesidir. Öğretilerindeki yeni şey,
olumludan çok olumsuzdu: İnsanın çok yönlü doğasını
vurgulamak suretiyle Düşüş [cennetten kovulma]
doktrinini ve insanın yapısında günahkârlık olduğu
öğretisini fiilen reddediyorlardı. Keza, Floransalı
Eflâtuncular, ruhun ölümsüzlüğünü savunurken insanın
bireyselliğini öne çıkarıyorlardı ki bu, o sıralarda
Venedik üniversitelerine hâkim olan İbni Rüştçülerin{7}
(Averroescular) insanın ölümden sonra ancak
insanlığın ortak zihninde yaşamaya devam ettiği
şeklindeki kolektivist görüşlerine tersti.
İnsanın doğası hakkındaki iyimserlikleri insancıların
eğitime büyük önem vermelerini getirdi. Onlara göre
“insan doğası” kutsaldır, ancak kapasitesinin en yüksek
seviyeye gelebilmesi için “beslenme”ye ihtiyacı vardır.
“İnanın bana,” der Erasmus, “insanlar doğmaz, imal
edilir.” “Educatio superat omnia.”{8} “Mumu yumuşakken
şekillendir, çamuru ıslakken kalıba dök, yünü
lekelenmeden boya.” İtalyan Guazzo’ya göre “insan
doğası” her zaman en iyiye meyletmiştir; bu yüzden, iyi
ebeveynden iyi çocukların meydana gelmeleri beklenir
ve eğer bazen bunun tersi olursa, suç insan doğasına
atılamaz. Nitekim, meselenin dikkatle incelenmesi
halinde, nahoş durumun doğuştan değil, yetiştirme
sonucu olduğu görülecektir. Bu öncülden yola çıkan
insancıların eğitim hakkında yazdıkları risaleler rafları
doldururken, kendileri de okulların büyük kurucuları
oldu. Belki de onların en özgün entelektüel katkısı bu
olmuştur.
Description:On Altıncı yüzyılın son çeyreğinden itibaren alınan yenilgiler, kaybedilen topraklar, başta Osmanlı imparatorluğu olmak üzere, Müslüman ülkelerin aydınlarını Batı karşısında içine düştükleri güçsüzlükten kurtulmaya yönelik arayışlara sevk eder. Bu çerçevede gelişt