Table Of ContentT.C.
EGE ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Anabilim Dalı
1990’LARDA
TOPLUM, BİREY VE ÖLÜM
KAVRAMLARININ
AMERİKAN POPÜLER KÜLTÜRÜNE
YANSIMALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Murat GÖÇ
DANIŞMAN
YRD. DOÇ. DR. SEÇİL SARAÇLI
İZMİR-2003
I) GİRİŞ
Bu tezin amacı, 1990’lı yıllarda Amerikan toplumunda ölüm, yaşam ve
toplumsal kimlik denince akla gelen bütünü sistemli bir biçimde ortaya koymak ve
eleştirel bir analizini yapmaktır. Amerikan kültüründe ölüm olgusu ve geçirdiği tarihsel
ve toplumsal değişimler ve olası nedenleri bu tezin ana konusunu oluşturmaktadır.
Ancak kaçınılmaz olarak, modern Amerikan bireyinin, ölüm kavramından ayrı
düşünülmesi mümkün olmayan yaşam ve hayatta kalma kavramlarıyla ve kendi bedeni
ile kurduğu ilişki de mercek altına alınacaktır. Bu bağlamda tüketim toplumu, insanın
bedeni, zamanı ve yaşadığı mekanı algılayışı, kendi bedeni ve algısı ile çevresi arasında
kurduğu ilişki, kültür endüstrisinin ve kapitalist ekonomi ve yaşam tarzının bu ilişkide
oynadığı rol eleştirel bir perspektifte ele alınacaktır. Tezin tarihsel artalanı, endüstri
devrimi ve kapitalizmin tüm kurumlarıyla bir yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı 19.
yüzyıl ortalarından başlayarak kapitalizmin ve kültür endüstrisi kurumlarının global bir
kimlik kazandığı ve gücünü giderek hissettirdiği son 50 yıllık dönem ile sınırlı
tutulacaktır. Bu çerçeve dahilinde tüketim toplumu içinde geleneksel ile modern olanın
ayrışması, kültürel kimlik ve kurumların “şeyleştirilmesi” süreci ve 1990’lı yıllarda
giderek tüketim toplumu bireyinin bir hayat boyu, tüketim projesinin iktidarı elinden
alınmış baş aktörü ve nesnesi haline getirilmesi süreci gözler önüne serilecektir. Bu
anlamda, Amerikan toplumunda bireyin kendi yaşamı ve ölümü ile kurduğu ilişki, ölüm
ve öte yaşam ile ilgili anlayışlardaki değişim ve ölümle ilintili törenler ayrıntılı olarak
incelenecektir.
Şunu hemen belirtelim ki, bu noktada yapılacak olan ölümün, yas ve cenaze
törenleri gibi günlük hayata yansıyan pratiklerin ve yaşam anlayışının analizi değil,
daha çok bu anlayışlarda endüstri devrimi ve beraberinde getirdiği tüketim toplumu
kavramının ortaya çıkması ile gözlemlenen değişimler ve bu değişimlerin olası
nedenlerinin analizi olacaktır.
Bu tezin temel olarak bir kültürel araştırmalar tezi olması düşünülmektedir.
Bilindiği üzere, kültürel çalışmalar 1950’li yıllarda kapitalist yaşam tarzının ve orta
sınıf değerlerinin geniş kitleler tarafından iyiden iyiye benimsendiği ve bir “kitle
kültüründen” bahsedilmeye başlandığı sıralarda, edebiyat araştırmalarının bir alt kolu
olarak ortaya çıkmıştır. 60’lı yıllar ve dönemin getirdiği kültürel eleştiri eğilimleri
anlamındaki çeşitlilik ve bölünme kültürel araştırmaların hem popüler bir konum
kazanmasına hem de çıkış noktası olan Marxist eleştiriden giderek uzaklaşmasına ve
dallanıp budaklanmasına neden olmuştur (Green 124-126). Ancak, başlangıcından
bugüne kültürel çalışmaları biçimlendiren düşünsel artalan değişikliklere uğrasa da,
kültürel çalışmaların temel hareket noktası ve araştırma sahası neredeyse aynı kalmıştır.
Temel olarak kültürel çalışmaların günlük hayatı yönlendiren ideolojik etkileşimleri ve
kültürün ve kamusal alanın estetikleştirilmesi ve metalaştırılması ile ilgilendiği kabul
edilir.
Bugün kültürün ve kültürel araştırmaların neredeyse konuyla ilgilenen
araştırmacı sayısı kadar tanımı yapıldığı söylenebilir. Bazıları kültürü belli bir döneme,
gruba ya da ulusa özgü yaşam biçimi olarak tanımlar. Bu en basit olan tanımdır ve bu
anlamda kültür çalışmaları bir insan topluluğuna ait tüm günlük pratikleri (düğün,
cenaze, bayramlar ya da spor gösterileri) inceler. Bir diğer kültür tanımı entelektüel,
toplumsal ve estetik alandaki gelişmeler olarak yapılır. Bu çerçevede kültürün üretimi
ve tüketimi seçkin bir filozof, sanatçı ve aydın tabakası ile sınırlandırılmıştır ve burada
bahsi geçen kültür çoğu zaman büyük harfle telaffuz edilir. Çoğunlukla yapısalcı ve geç
yapısalcılardan oluşan bir diğer grup ise kültürü anlam üreten göstergeler bütünü olarak
tanımlar (Baldwin ve diğerleri 4-6). Bu bağlamda kültürel çalışmalar “kültürel metinleri
okur” ve bu metinler pembe dizilerden çizgi romanlara, popüler romanlardan televizyon
reklamlarına kadar çok geniş bir çerçevede yer alan kültür ürünlerini içerebilir.(Lipsitz
617) Tanımı nasıl yapılırsa yapılsın değişmez olan tek ölçüt, kültürel çalışmaların
Marxist eleştiri temelinde yükseldiği ve sonraki gelişmelerin Marxist eleştiriye olan
mesafesine göre tanımlandığıdır.
Bu nedenle herhangi bir kültürel bir araştırma çalışması gibi bu tezin de Marxist
toplum ve kültür eleştirisinden faydalanmaması düşünülemez. Bu yüzden, tez boyunca
ortaya konacak ve irdelenecek olan temel iddialardan birisi, modern Amerikan
toplumunda ve son 50 yıllık süreçte tüketim toplumunun gelişiminin ve bu gelişimin
kültürel hayata yansımalarının, tüketim toplumu bireyinin kendi hayatına, bedenine ve
onu çevreleyen mekana dair algılarının Marx’ın ortaya koyduğu yabancılaşma ve meta
fetişizmi kuramları olmadan anlaşılamayacağıdır. Daha sonra ayrıntısıyla anlatılacak
olan bu kuramı kısaca tanımlamak gerekirse, Marx, kapitalist üretim anlayışında daha
önceleri mevcut bulunan ve aslında üretim faaliyetinin temeli ve ana nedeni sayılan
üretilen mal ile üretici güç arasındaki içsel bağın koparıldığını, üretici gücün üretim
faaliyetinin nesnesi haline getirildiğini öne sürer (Aydoğan 92). Endüstrileşme ile gelen
ve kullanılan makineler ile standartlaşan bu yeni üretim tarzında üretimin hızı artacak,
böylelikle daha önce varolan üretim ilişkilerinin yarattığı mal ile kullanıcı arasındaki
faydalılığa dayalı kişisel bağ kalkarak, tüketimi amaç haline getiren, sürekli ve yeni mal
akışı sağlanacaktır. Bundan böyle, her tüketim malzemesi kendi kullanım değeri, anlamı
ve özgünlüğünden soyutlanarak yeniden “yaratılacak”, bir kimlik edinecektir. Marx
emeği kişinin gündelik yaşamının ve varoluşunun bir parçası olarak görür. Böylelikle
üretici önce ürettiği mala ve kendi emeğine daha sonra da kendi varoluşuna
yabancılaşacaktır (Barker 14).
Bu türden bir yabancılaşmayı, üreticinin bu mallarla kendi etrafına ördüğü ve bu
malların yansıttığı imajların ve hayat tarzlarının ona kazandırdığı kimlikle oluşturduğu
fetişist ilişkinin kurulması izler. Her daim yeni mallarla beslenen ve endüstrinin
ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenen bu yeni yaşam tarzı kaçınılmaz olarak üzerine
kurulduğu bu fetişist ilişkinin de kitlesel bir kimliğe bürünmesini beraberinde getirir.
Zira Marxist anlayış tüm toplumsal ilişkilerin ve toplumsal yapılanmaların (toplumsal
bilinç, kültür ve politika) ekonomik ilişkilere bağlı olarak yapılandığını öngörmektedir
ve tüm tarihsel süreci ekonomik yapılardaki belli değişimlerin bir sonucu olarak algılar
(Barrett 13).
Marxist felsefe, içselleştirmiş olduğumuz toplumsal ilişkiler ağını ve emek
sömürüsünü anlamada ve bu sömürünün üzerine kurulan güç ilişkilerini açıklamada
yardımcı olur. Buna göre; toplumsal doğrular ve değerler bütünü egemen ideoloji ve
anlayışın doğruları ve değerleridir ve kültürel alandaki görece seçme özgürlüğü, eşitlik
ve bireysel hareket alanı aslında üretim anındaki sömürünün, eşitsizlik ve bağımlılığın
perdelenmesi vazifesini görmektedir. Egemen ideolojinin ürettiğin böylesi bir
yanılsama Marx’ın sahte bilinçlilik (false consciousness) olarak adlandırdığı ve temelde
emekçi kitlelerini toplumsal ve bireysel algılarının egemen ideolojinin hedefleri ve
idealleri doğrultusunda biçimlenmesi sürecidir (Garnham 498). Bu bizim tez boyunca
temel edineceğimiz düşünsel ilkelerden birisini oluşturmaktadır.
Üretim ilişkilerinin değişmesi ile bireyin öncelikle kendi bedenine ve yaşamına
bakışı değişmiş, beden ve yaşamın geçirildiği mekanlar kendi başına bir tüketim
malzemesi olmuş, reklamlar, televizyon ve sinema gibi kültür endüstrisinin gündelik
hayatta sıklıkla karşımıza çıkan yansımaları ile birey “eğitilmiş” ve algıları yeniden
kurulmuştur. Bu bağlamda, insanın varoluşuyla ilgilenmeye başladığı ilk günden
itibaren kafasını kurcalayan yaşam ve ölüm problemi de tüketim mantığı içinde yeniden
düzenlenmiş, standartlaştırılmış ve daha önceki kültürel ve tarihsel anlamlarından
soyutlanarak bir fetiş malzemesi haline getirilmiştir.
Tezimizi dayandıracağımız düşünsel temellerden birisi ve Marxist felsefe
üzerinde temellenmiş yorumların en belli başlılarından birisi sayılan kuramsal altyapı
Theodor Adorno ve Max Horkheimer gibi düşünürlerce başı çekilen Frankfurt Okulu
tarafından kurulmuştur. Bu düşünürler, kültür ürünlerinin ve dolayısıyla kültürel yapı ve
yaşamın da artık alım satım değeri olan bir mal olarak piyasada işlem gördüğünü ve
herhangi bir mal gibi “Kültür Endüstrisi” tarafından üretilerek standartlaştırıldığını ileri
sürmüşlerdir (Adorno ve Horkheimer 31-42). Tüm kültürel üretimlerin tek bir anlayış
tarafından neredeyse aynı bütünün parçalarıymışçasına seri olarak üretildiğini ve
görünürdeki çeşitliliğin bir çeşit yanılsama olduğunu iddia etmişlerdir. Geniş halk
kitlelerinin kültürel üretimden soyutlandığını, Marx’ın öngördüğü yabancılaşmanın
şimdi kültürün “yaratımı” safhasında yaşandığını ve artık kültürel üretimin birincil
amacının alınıp satılmak olduğunu ortaya koymuşlardır (Barker 46). Ancak bu kültürel
yapı, doğası gereği sürekli yenilenmek, sürekli yeniden üretilmek ve değiştirilmek
zorundadır, bu da kültürün devamlılığı ve özgünlüğü ilkesi ile taban tabana zıttır.
Adorno, popüler kültürün toplumsal ve kültürel otorite için bir tehlike
olmadığını, aksine bu otoriteyi beslediğini ve pekiştirdiğini öne sürmüştür. Frankfurt
Okulu takipçileri, statükonun kültürel alanı egemenliğini ve gücünü devamlı kılmak için
kullandığını ileri sürerler. Egemen ideoloji, standartlaşmış popüler kültür ürünleri
yoluyla kitleleri uyutur, onları pasifleştirir ve egemen ideolojiyi ve sömürüyü
sorgulamasını engeller (Storey 105).
Ancak öte yandan, İtalyan Marxist düşünür Antonio Gramsci, toplumsal yapı
içinde oluşan bu iktidar ilişkilerinin anlaşılmasının ve yorumlanmasının bu derece basit
olmadığını ortaya koydu. Gramsci’de, aynı Marx gibi, toplumsal grupları sınıf
temelinde ele alır; ancak bu gruplar ve aralarındaki ilişki katı ve değişmez değildir.
Toplumsal yapı, her an değişen güç odaklarının birbiriyle etkileştiği, güç dengesinin
sürekli olarak yeniden kurulduğu ve toplumsal güç dengelerinin zorlamaya değil
karşılıklı “rızaya” dayandığı karmaşık bir ilişkiler bütünüdür. Bu bütünü Gramsci
“hegemonya” olarak adlandırmıştır (Barrett 64). Baskın olan grup hiçbir zaman tek bir
sosyoekonomik kategoriden oluşmadığı gibi, bir dizi karşılıklı anlaşmalar ve
kabullenmeler, toplumsal değerlerin belirlenmesinde etkin rol oynar ve her toplumsal
grup aynı ölçüde belirleyici olur. Burjuva sınıfının egemenliğini hem ekonomik alanda
hem de entelektüel ve kültürel önderlik alanında sürdürdüğünü, böylelikle kültür
incelemelerinin ve kültür üretimi safhalarının eleştirisinin kaçınılmaz olarak burjuva
kültürünün eleştirisi ile sonuçlandığını öne sürer. Gramsci’nin kültür anlayışında
ideoloji önemli bir yer tutmaktadır çünkü ideoloji gündelik hayattaki faaliyetlerden
ayrılamaz, her sıradan ayrıntının içine sızmıştır (Baldwin ve diğerleri 106-7). Bu
nedenle yalnızca kültür endüstrisinin seri halde ürettiği standart kültür ürünlerinde
değil, sıradan insanın gündelik hayatta farkında olmadan tekrarladığı edimlerinde de
ideolojinin izi sürülebilmektedir.
Kültürel çalışmaların bir başka önemli yönteminin temelleri İsviçreli dilbilimci
Ferdinand de Saussure isminde tarafından atılmıştır. Saussure’a göre dil hiçbir zaman
evrensel bir gerçekliğe, her yerde ve her anda paylaşılan ortak doğrulara sahip
olmamıştır (Storey 73). Saussure dilin asıl olarak iki bileşenden oluştuğunu
düşünmektedir. Bunlardan birincisi, bir nesnenin yazılı olarak ifadesidir, bir diğeri ise
bu nesnenin ifadesi halinde mesajı alanın zihninde oluşan görüntüdür. Saussure
birincisini gösteren (signifier) ikincisini gösterilen (signified) olarak adlandırmıştır ve
bu ikisi göstergeyi (sign) oluşturur. Böyle basit göstergelerden oluşan cümlelerin
yapılandırılması da yine dizinsel bir kombinasyon ve seçim sonucu oluşur. Her yeni
ekleme ya da bu dizinde yapılacak herhangi bir değişiklik anlamda da değişikliğe yol
açar. Saussure’un asıl ilgilendiği de anlamsal düzlemde meydana gelen kaymalarıdır.
Çünkü Saussure’un başını çektiği yapısalcılar kullanılan dilin tarafsız ve evrensel bir
gerçekliği yansıtamayacağını, dilin fonksiyonunun insanoğluna değişik gerçeklikler
sunduğunu ileri sürerler (Storey 74-5). Yapısalcılar, dünyayı anlarken, kendimizi ifade
ederken ve kendimiz dışındaki Ötekini tanımlarken dilin sınırları içine sıkışıp
kaldığımıza işaret ederler. Yalnızca yazılı metinleri değil görsel metinleri de “okurken”,
bir araya getirilen bu göstergelerin çözümlenmesinin, yani hangi kelimenin ya da hangi
görüntünün niçin bu şekilde yan yana getirildiğini ve bu dizgisel seçimin kimler
tarafından ortaya konulduğunu, ya da başka bir deyişle kimin dilini konuştuğumuzu
çözümleriz ki bu son derece ideolojik bir analizdir. Kültürel metinlerin ve pratiklerin
ifade ettiği anlam, bu metinleri oluşturan göstergeler arasındaki ilişkinin bir sonucu
olarak ortaya çıkar (Ulaş, Saussure).
Yapısalcı kuram dili kontrol eden ve onu yönlendiren otoritenin dolaylı olarak
hayatlarımızı da kontrol ettiği düşüncesini savunur. Fransız kuramcı Roland Barthes ise
birincil düzlemde oluşan bu anlam seviyesinden başka ikincil bir anlam düzlemi daha
olduğunu, asıl ideolojinin ve mitlerin bu seviyede oluştuğunu ileri sürer (Mhythologies
111-116). Burada geçen mit kelimesi, toplumda egemen grubun ilgileri ve değerlerini
destekleyen ve besleyen iktidar ilişkilerini oluşturan fikirler ve pratikler bütününe işaret
etmektedir. Bir örnekle bu açıklamayı anlaşılır kılabiliriz. Marlboro reklamlarında
görünen orta yaşlı kovboy birincil düzlemde sadece bir sığır çobanı olarak görülebilir,
ancak mitolojinin ve ideolojinin oluştuğu ikincil anlam seviyesinde bu sığır çobanı,
ulusal bir kahraman, bireyciliğin ve Amerikan deneyiminin yaşayan örneği ve bir
özgürlük simgesi işlevini görür. İkincil düzlemde oluşturulan bu anlam bütünü elbette ki
beklenen etkiyi yaratmak üzere reklam şirketleri ve firma yetkilileri tarafından
kurgulanmıştır. Bu anlamsal bütünün irdelenmesi ideolojik yapılanmayı ve egemen
ideolojinin ana hatlarını kavramamıza olanak sağlar (Kellner, “Popüler” 214).
Tezimizde ayrıca, kültürel çalışmalar tarihine damgasını vurmuş olan Fransız
psikanalist Jacques Lacan’ın kuramsal çerçevesi içinde ele alacağımız ve özellikle
günümüz Amerikan toplumunda beden ve kimlik arasındaki ilişkinin çözümlemesinde
bize yol gösterecek olan tartışmalara yer verilecektir. Lacan, dilbilimci Derrida’nın yapı
bozumu ile Sigmund Freud’un kuramlarını bir noktada birleştirmiş, göstergelerin
oluşturduğu mesajların psikanalitik çözümlemesine girişmiştir (Klages, Lacan).
Lacan’a göre, insanlar tüm yaşamları boyunca ana rahminden ayrılmanın yol
açtığı travmanın ve yoksunluk hissinin acısını çeker (Leader 19). Bu yitikliği aşmak ve
bu boşluğu doldurmak için kendisini sözlü ve görsel yollarla ifade etmeye çabalar.
Lacan bu sembolik benliğin ancak dil ve söylem içinde varolabildiğini iddia etmiştir,
şayet benlik ancak dil içinde varolabiliyorsa ve dil de toplumsal bir varlıksa, o zaman
eşsiz ve tek bir benlikten söz edilemez. Lacan’a göre kendimizi dil ve semboller içinde
ifade etmeye çalıştığımız her an, kaçınılmaz olarak gerçeği değil bu gerçeğin yerini
tutan sembolleri kullanırız (Leader 51). Bu yüzden kendimizi ifade etmemiz,
tanımlamamız ve aslında kim olduğumuzu bilmemiz mümkün değildir. Lacan’ın bu
sistematiği üç safhadan oluşur.
Birinci safha ayna safhasıdır. Ana rahminin sıcak ve güven verici kuşatıcılığı ve
sonsuz tatmini doğum ile kesintiye uğramıştır. Yeni geldiği dünyanın tehlikelerle dolu,
güvensiz ve bağımlılık gerektiren ortamında bebek, bir öncekinin yerini tutacak yeni
tatmin yolları arar ve aynadaki aksine bakarak ve diğer insanları taklit ederek yanlış
tanımlamalar ve varsayımlar üzerine kurulmuş, bebeğe göre, diğerlerinden farklı ve
biricik bir benlik inşa eder (Ulaş, Lacan).
İkinci aşama fort-da ya da simgesel aşamadır. Freud torununun bir kumaş
parçasını önce öne doğru fırlatıp sonra da geriye çektiğini görür ve böylelikle annesi ile
kesintiye uğramış bağını tekrar kurmaya çalıştığını düşünür (Storey 94). Lacan bu
olayın aynı zamanda çocuğun sözlü iletişim ile ilk kez tanışması olduğunu düşünür. Dil
bizi sembolleri kullanmaya iter, bizleri sembollerin yanıltıcı dünyası ile tanıştırır. Özne
Description:T.C.. EGE ÜNİVERSİTESİ. SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ. Amerikan kurduğu ilişki, kültür endüstrisinin ve kapitalist ekonomi ve yaşam tarzının bu .. çok özler ve onun için ne kadar çok çile çekerse, gerçek evine vardığında o