Table Of ContentAkademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
“Prof. Dr. İbrahim KAVAZ Özel Sayısı”
Tayfun BARIŞ1
FERİDUN FAZIL TÜLBENTÇİ’NİN TARİHÎ ROMANLARINDA 16.
YÜZYILIN YANSIMASI OLARAK OSMANLI’YA
BAKIŞ/YAKLAŞIM
Özet
Osmanlı Devleti’nin bir devamı olarak tesis edilen Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş
ve gelişme süreci sıkıntılı olmuştur. Çünkü geçiş süreci kabul edilebilecek bu
zaman diliminde yeni kurulan devlet, çağın gereği olarak yeni bir siyasî yapı ve
farklı bir felsefî düzleme oturtulmaya çalışılmıştır. Gerek devlet gerekse millet
nazarında iki kutuplu pek çok tartışmaya yol açan bu farklılık ve yeniliğin
doğurduğu ikilemlerden birisi de Cumhuriyet sonrasında Osmanlı’ya
bakışla/yaklaşımla ilişkilidir. Bu ikilemin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi,
sosyal bilimler sahasının önemli alanlarından edebiyat yoluyla sağlanabilir. Sahip
olduğu teknik özelliklerle başvurulması gereken bir edebî tür olarak roman bu
bağlamda öne çıkmaktadır. Cumhuriyet devri yazarlarından Feridun Fazıl
Tülbentçi’nin, vakası 16. yüzyıl içinde geçen romanlarından hareketle Osmanlı’ya
yaklaştığı bakış açısının tespiti önemli gözükmektedir. Bu incelemenin daha sonra
yapılabilecek geniş çaplı araştırmalar için de bir örneklem oluşturacağı
düşünülmektedir. Bu çerçevede yazarın Yavuz Sultan Selim Ağlıyor, Barbaros
Hayrettin Geliyor, Sultanların Aşkı, Turgut Reis, Hürrem Sultan ve Kanuni
Sultan Süleyman eserlerine değinilecektir.
Anahtar Kelimeler: 16. yüzyıl, roman, Osmanlı Devleti, bakış açısı, ikilem.
The PERSPECTIVE / APPROACH TOWARDS OTTOMAN EMPIRE as
REFLECTIONS of the 16th CENTURY in FERİDUN FAZIL TÜLBENTÇİ’S
HISTORICAL NOVELS
Abstract
Turkey is a continuation of the Ottoman Empire. Republic’s the establishment and
development process has been extremely distressed. Because in this time period
which can be considered as a transition state established new and as a requirement
of there was tried to sit on a new political structure and a different philosophical
1 Arş. Gör., Uludağ Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı ABD., [email protected]
Tayfun Barış 336
plane. These differences in the perception of both the state as well as in the
consideration the nation has led to the formation of many dilemmas. One of the
dilemmas that lead to the opposite sighted is also associated with the look of much
debate in the Ottoman Empire after the Republic. Evaluation in a healthy way to
this dilemma is provided by one of the major areas of social sciences field with
literature, the novel is one of the leading types of literature, they have important
technical specifications, and therefore stands out as a literary genre should be
consulted. FeridunFazıl Tülbentçi is an author of their public era; there are events
in his novels of the 16th century, it is important to show the angle of the Ottoman
outlook. This study is expected to prepare the ground for the next study. In this
study will be in contact with the author’s novels Yavuz Sultan SelimAğlıyor,
Barbaros Hayrettin Geliyor, SultanlarınAşkı, Turgut Reis, Hürrem
SultanveKanuni Sultan Süleyman.
Key words: 16th century, novel, Ottoman, perspective, dilemma.
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti devleti, yüzyıllar öncesinde Türklerin kurduğu ve geliştirdiği ancak
20. yüzyılın başlarında gerek siyasî gerekse de askerî koşulların doğal bir sonucu olarak
nihayete eren Osmanlı devletinin devamı olarak tesis edilmiştir. Fakat yeni kurulan devletin
resmi olarak ortaya çıkışını simgeleyen Cumhuriyet’in ilânı, 20. yüzyıldan önce yani 19.
yüzyılda başlayan değişimin devamı niteliğinde olmakla birlikte yaşanan
değişimler/dönüşümler Osmanlı döneminin aksine değişimi kamusal alana taşımış, aynı
zamanda da tüm toplumsal tabakaları kapsayacak şekilde formüle edilmiştir. (Öktem İşözen -
Temir Gökçeli, 2015: 3013) İşte bu geniş çaplı değişim hareketleri, yepyeni bir devlet olarak
ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasının son derece sancılı bir sürece
dönüşmesine neden olmuştur. Çünkü devleti ve milleti oluşturan her unsur yeni baştan ele
alınmış, her alanda eskisinden farklı bir yapı oluşturulmasına gayret edilmiştir. Siyasî, iktisadî,
sosyal, kültürel ve dinî sahalarda uygulamaya konulan pek çok inkılâp bu anlayışın bir tezahürü
olarak ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede girişilen faaliyetlerin, ister istemez yeni kurulan devlet
anlayışı ile resmî olarak hayatiyeti son bulan Osmanlı devlet sistemi arasında önemli bir mesafe
oluşturduğu ise kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Ortaya çıkan bu mesafenin, Cumhuriyet
bürokrasisi ve aydınlar üzerindeki etkisi ile geniş halk tabakası nazarındaki algısı arasında da
önemli bir farklılığa sebep olduğu görülmektedir. Tüm gücünü neredeyse bu farklılıklardan alan
malum sürecin doğurduğu eski-yeni, Doğu-Batı, muhafazakâr-modern gibi iki kutuplu
tartışmaların günümüzde dahi yaygın bir şekilde devam ettiği görülmektedir. Bu tartışmaların
bir ucunda genel olarak Cumhuriyet öncesine olumsuz, sonrasına olumlu yaklaşan bir taraf
bulunurken; diğer ucunda da Osmanlı dönemine olumlu, Cumhuriyet sonrasına ise olumsuz
yaklaşan bir kitle yer almaktadır. Toplumun genelinde — hangi sosyal katmanda olursa olsun
— problem yaratan bu tezatların çözüme ulaştırılması,en azından daha anlaşılabilir bir dereceye
indirilmesi ve kutuplaşmanın olabildiğince ortadan kaldırılıp daha dengeli bir yaklaşımın
geliştirilmesi ancaksosyal bilimler sahasında yapılacak olan farklı okumalar yoluyla
başarılabilecek bir durum olarak gözükmektedir. Sosyal bilimler sahasında, bahsedilen bu temel
çatışma noktalarının en geniş olarak yansıdığı/yansıtılabildiği alanlardan birisi de hiç kuşkusuz
ki edebiyattır. Bu bağlamda özellikle; ele alınan konunun son derece ayrıntılı bir şekilde
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
337
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Tarihî Romanlarında 16. Yüzyılın Yansıması Olarak
Osmanlı’ya Bakış/Yaklaşım
sunulmasına imkân sağlayan, yaşanan hadiselerin ve tecrübelerin kurguya dayalı olmakla
birlikte çok farklı bakış açılarıyla ortaya konu lmasına hizmet eden biredebî tür olarak
romandikkati çekmektedir. Bu özellikleri göz önüne alındığında Cumhuriyet devri yazarlarının
Osmanlıya olan yaklaşımlarının ve bakış açılarının tespit edilmesinde de en uygun edebî
türünroman olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi roman yazarlarının
Osmanlı devletiyle ve Cumhuriyet öncesi tarihî dönemle ilgili olarak, Osmanlı tarihinden ilham
alarak yazmış oldukları eserlerin büyük bir önemi haiz olduğu özellikle belirtilmelidir.
Bu çerçevede Cumhuriyet dönemi yazarlarından olan ve geniş halk kitlelerine okuma
zevki ile tarih sevgisini aşılamayı kendisine amaç edinen Feridun Fazıl Tülbentçi’nin tarihi
romanları, üzerinde durulması gereken eserler olarak ön plana çıkmaktadır.(Necatigil, 2007:
427) Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kaleme aldığı Yavuz Sultan Selim Ağlıyor (1947), Barbaros
Hayrettin Geliyor (1949), Sultanların Aşkı (1952), Turgut Reis (1958), Hürrem Sultan
(1960) ve Kanuni Sultan Süleyman (1962) adlı eserlerin bu yönden incelenmesi, yazarın 16.
yüzyıldaki Osmanlı devletine nasıl bir bakış açısıyla yaklaştığını göstermesi bakımından önemli
gözükmektedir.Böylece örneklem olarak değerlendirilebilecek olan bu incelemeden yola
çıkılarak, Cumhuriyet dönemi içerisinde üretilmiş olan romanların hem tematik açıdan
Osmanlıya nasıl bir anlayışla yaklaştıklarına hem de yazarların eserlerini oluştururken tarihi
konular ile meseleleri ele alış tarzlarına dair genel bazı çıkarımlara ulaşmak mümkün
olabilecektir.
Romanlardaki Bakış Açısı
1947 yılında yayımlananYavuz Sultan Selim Ağlıyor adlı eserde Şehzade Selim’in,
babası II. Bayezid’ten tahtı zorla devralması, kardeşleri Şehzade Ahmet ve Şehzade Korkut ile
giriştiği taht mücadelesi, tahta geçtikten sonra kazandığı askerî başarılar, idarî icraatlar geniş bir
şekilde işlenmiştir.
Eserde vaka zincirinin iki temel noktadan hareket edilerek oluşturulmuş olduğunu
görüyoruz. Bunlardan birincisi Sultan II. Bayezid dönemi olaylarıdır. İkincisi ise babasından
tahtı zorla alarak Osmanlı devletinin 9. padişahı olan Yavuz Sultan Selim döneminde yaşanmış
olan idarî ve askerî hadiselerdir. Yazar, eserin hemen başında geçmişe dönerek Fatih Sultan
Mehmet’in vefatından sonra oğulları II. Bayezid ile Cem Sultan arasında yaşanan taht
mücadelesini, Cem Sultan’ın dramatik unsurlarla dolu hayat serüvenini, II. Bayezid’in tahta
çıkışından sonra oğulları Şehzade Ahmet’in Amasya’ya, Şehzade Korkut’un Trabzon’a
gidişlerini geniş bir şekilde aktarır.
Bu geriye dönüşten sonra yazar, tekrar 1510 yılına dönerek II. Bayezid dönemindeki
olayları hikâye etmeye başlar.Bu noktada yazarın vakanın başlangıcı itibariyle devletin başında
bulunan II Bayezid’e olumsuz bir bakış açısıyla yaklaştığı görülmektedir. II. Bayezid bilhassa
yumuşak tabiatı, dine olan şahsî ilgisine bağlı olarak din adamlarının devlet işlerine karışmasına
ses çıkarmaması, eğlence hayatına olan düşkünlüğü ve askerî bakımdan pasif olması
hususlarında eleştirilmektedir. Yazar II. Bayezid’e bu eleştirilerini yaparken düşüncelerini daha
somut ve kuvvetli hale getirmek için mukayese yöntemini de kullanarak II. Bayezid’i
büyükbabası II. Murat ve babası Fatih Sultan Mehmet ile karşılaştırır. Bu hususlar eserde şöyle
dile getirilir:
“Sultan İkinci Bayezid, hacı ve hocaların etkisi altında kalmış, devlet işlerine din
adamlarının karışmasını hoşgörüyle karşılamıştı. Bu yüzden devlet erkânı arasında rekabet ve
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
Tayfun Barış 338
geçimsizlik almış yürümüştü. Hâlbuki o zamana kadar din adamlarının devlet yönetimlerine
doğrudan doğruya karışmalarına müsaade edilmemişti. Bayezid, ne büyükbabası İkinci Murat
gibi tecrübeli bir siyaset adamı ne de babası Fatih Sultan Mehmet gibi savaş boylarının istediği
bir kahramandı. Bu yüzden Fatih’in zamanındaki fütuhata devam edilmemişti.”
(…)
“… diğer taraftan da eğlence âlemlerinde kırmadığı koz kalmamıştı. Hatta bu yüzden
babasından epeyce tekdir de işitmişti”(Tülbentçi, 2008ç: 32)
Ancak yazar sonraki kısımlarda II. Bayezid’in olumlu niteliklerini öne çıkarır. Olumlu bir
bakış açısıyla bu padişahın âlimliği ve sanatkârlığı üzerinde durmaya başlar. Böylece II.
Bayezid’e olan olumsuz tavrını biraz dengelemiş olur. Vaka, Şehzade Selim’in mahiyetiyle
birlikte Trabzon’dan hareket ederek, II. Bayezid tarafından Bolu sancağından sonra Kefe
sancağına atanan oğlu Süleyman Çelebi’nin (Kanunî Sultan Süleyman) yanına gitmesiyle
derinleşmeye başlar. Vakanın genişlemesiyle birlikte yazarın Şehzade Selim’e olan yaklaşım
tarzı da ortaya çıkmaya başlar. Yazar Şehzade Selim’in daha çocukluğunda almış olduğu askerî
eğitimi ve ilim adamlarıyla olan ilişkisini ortaya koyarak, eserin ilerleyen bölümlerinde I.
Selim’e karşı geliştireceği olumlu bakış açısının temellerini atmış olur.Oğlu Süleyman
Çelebi’nin Bolu’dan Kefe’ye tayin edilmesi Şehzade Selim’i üzmez, bilakis sevindirir. Çünkü o,
İstanbul’a Rumeli topraklarında bulunan Kefe üzerinden gitmenin daha kolay olacağını
düşünmektedir. Böylece gerektiğinde diğer şehzadelerden daha kısa sürede payitahta
ulaşabilecektir. Şehzade Selim yakın adamları Ferhat, Şahin, Yakup Beyler ile Bosna Valisi
Sinan Bey ve Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın da yardımıyla taht için girişimlerini
hızlandırır. Genç Şehzade bu girişimlerde Kırım Hanı Mengli Giray ve oğlu Saadet Giray’ın da
desteğini almıştır. Sultan Bayezid bu durum karşısında oğlunu resmî olarak uyarma gereğini
duyar ve Trabzon’a geri dönmesi hususunda ikaz eder. II. Bayezid bu ikazı dönemin ünlü
âlimlerinden Mevlâna Nureddin Sarıgürz vasıtasıyla oğluna iletir. Yavuz’un, huzuruna gelen
Mevlâna Nureddin’e karşı takınmış olduğu tavır son derece olumludur. Yazar bu tavrı ortaya
koymak suretiyle Sultan Selim’in ilme ve ilim adamına vermiş olduğu değeri somutlaştırmış
olur.İkaz edilmesi Selim’i hiç etkilemez çünkü genç şehzade çok kararlıdır ve çıktığı yolun
dönüşünün olmadığının farkındadır. Gelen ikazın aksine hareket ederek ordusuyla Haziran
1511’de Edirne’ye girer. Oğluyla savaşmak istemeyen II. Bayezid ikinci hamlesini yapar ve
Semendire sancağını Şehzade Selim’e verir. Rumeli’de baba-oğul arasında bunlar yaşanırken
Anadolu’da iç savaş tehlikesi baş gösterir. Şah İsmail’e bağlı Şii çeteleri etrafa zarar verirlerken,
Şehzade Korkut’un da kendi ordusuyla Antalya’dan Anadolu içlerine hareket ettiği haberleri
kulaktan kulağa yayılır. Kendisine verilen sancakla yetinmeyen Şehzade Selim ordusuyla 1
Ağustos 1511’de İstanbul’a doğru hareket eder. II. Bayezid de ordusuyla amacı tahtı ele
geçirmek olan oğlunun karşısına çıkar. Çorlu yakınlarında karşılaşan baba-oğuldan kazanan II.
Bayezid olur. Bu savaşı kaybeden Şehzade Selim, Kırım’a giderek kayınpederi Mengli Giray
Han ile görüşür. Amacı gücünü tazeleyip yeniden taht mücadelesine devam etmektir. Şehzade
Selim bu hazırlıklarını tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a doğru hareket eder. Fakat bu gidiş
Sultan II. Bayezid’i ziyaret süsü verilmiş bir harekettir. Anadolu’daki karışıklıkları tam olarak
önleyememiş ve İstanbul’da da asayişi tam manasıyla sağlayamamış olan II. Bayezid
Yeniçeriler ile halkın desteğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bunu bilen Şehzade Selim’in ve
bürokratların baskısı karşısında zor durumda kalan padişah 25 Nisan 1512 tarihinde kendi
isteğiyle tahtı oğluna bırakmak zorunda kalır. I. Selim tahta geçtikten sonra Topkapı Sarayı’nda
bir ziyafet verilir. Yeni padişah bu ziyafete şairleri ve sanatkârları da davet eder. Bu noktada
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
339
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Tarihî Romanlarında 16. Yüzyılın Yansıması Olarak
Osmanlı’ya Bakış/Yaklaşım
yine yazarın I. Selim’e olan olumlu yaklaşımı ön plana çıkmaktadır. Çünkü burada I. Selim’in
hem edebiyatçılara/sanatçılara karşı gösterdiği saygının altı çizilir hem de kendisinin
şairliği/sanatkârlığı vurgulanır:
“O da rütbe mansıb farkına bakmadan vezirlerle şairleri aynı seviyede tutarak davet
yapmış ve büyükbabasının an’anesini tekrar yaşatmak istemişti. Şair Necati’yi sağına almış ve
bu suretle sanata ne kadar fazla kıymet verdiğini göstermek istemişti. Kendisi de Türk, Fars, ve
Arap dillerinde şiir yazar ve söylerdi.” (Tülbentçi, 2008ç: 186)
I. Selim’in tahtı eline aldıktan sonraki ilk işi kardeşleriyle taht mücadelesine girişmek
olur. Yeni padişahın ordusuyla kendi üzerine geldiğini duyan Şehzade Korkut, Manisa’dan
kaçarak Teke sancağına sığınır. Amacı oradan deniz yoluyla Avrupa’ya gitmektir. Ancak Teke
Valisi Kasım Bey, Şehzade Korkut’u yakalayarak Sultan Selim’e teslim eder. Sonunun geldiğini
anlayan Şehzade Korkut, Sultan Selim’e verilmek üzere bir mektup kaleme alır. Cellâtların
vazifesini tamamlamasından sonra mektubu eline alan padişah üzüntüsünden gözyaşı döker.
Yazar bu olayın Yavuz üzerinde yarattığı duygusal etkiyi açık bir şekilde dile getirmekten
çekinmez.Bu olayı duyan Şehzade Ahmet de 20 bin kişilik bir orduyla Amasya’dan hareket
etmiştir. O sıralarda Bursa’da bulunan Sultan Selim’in ordusu ile Şehzade Ahmet’in ordusu
Bursa yakınlarında karşılaşırlar. Başlangıçta Şehzade Ahmet’in lehine gelişen mücadele,
özellikle Kırım Hanı’nın oğlu Saadet Giray’ın askerleriyle Sultan Selim’e destek vermesiyle
yön değiştirir. Sonuçta zafer Sultan Selim’in olur. Esir edilmiş olan Şehzade Ahmet’in akıbeti
de Şehzade Korkut’tan farklı olmaz.
Taht mücadelelerinden galip çıkan Sultan Selim artık Doğu seferine çıkmanın planlarını
yapmaya başlar. Bu noktada Yavuz Sultan Selim’e askerî ve idarî açıdan olumlu bir bakış söz
konusudur. Yazar babası II. Bayezid ile de karşılaştırarak Yavuz’un bu konulardaki üstün
özelliklerine temas edip, devleti yönetim tarzını yüceltmekle kalmaz; kadına bakış tarzındaki
farklılığı da açık bir şekilde dile getirir:
“Babasının yaptığının aksine olarak sarayını güzel kadınlarla doldurmak istememiş ve
günlerini harem dairesinde zevk ve safa âlemleri içinde geçirmeyi arzulamamıştı. Yavuz, kadını
yalnız ihtiraslarına râm olmaya mahkûm bir şey olarak kabul etmiyordu.” (Tülbentçi, 2008ç:
278)
Yazar, Yavuz’un kadına bakış tarzındaki farklılığı ileriki kısımlarda da
özelliklevurgulamaya çalışır. Sultan Selim’in Haremağası Cafer’le olan konuşması bu noktayı
bir kez daha gözler önüne serer. Yavuz’un buradaki konuşması, hem kendisine kadar olan
Harem işleyişine hem de babasına dair bir eleştiriyi içermektedir. Belki de zamanının ruhuna
aykırı olan, içinde bulunduğu ortamın ve düzenin ötesinde bir anlayış olarak algılanabilecek
olan bu fikirler, Yavuz’un farklı kişilik yapısını somutlaştırmaktadır. Bu fikir ve davranış
değişikliğinin altının tekrar tekrar, kalın çizgilerle çizilmiş olması, yazarın Sultan Selim’e karşı
takındığı olumlu tavırla ilişkilendirilebilir.
Şah İsmail’in Osmanlı sınırlarına hücum etmesi üzerine Divan’ı toplayıp gereken kararı
aldıran Sultan Selim, büyük bir orduyla 20 Nisan 1514 tarihinde İstanbul’dan hareket eder. İki
ordu 23 Ağustos 1514’te Çaldıran Mevkii’nde karşı karşıya gelir. 2 gün içinde sonuçlanan
savaşı Osmanlı ordusu kazanır. Savaş cereyan ettiği sırada Yavuz’un adeta bir yeniçeri askeri
gibi ateş hattına atılması yazar tarafından bir tablo misali tasvir edilir. Bu tabloda devletin
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
Tayfun Barış 340
başında olan bir padişahın dövüşme şekli, mücadele hırsı, kazanma azmi ve kahramanlık
duygusu net bir şekilde ortaya konur:
“Şimdi genç bir yeniçeri neferi gibi dövüşüyor, on kişilik birliklere tek başına saldırıyor,
vuruyor, vuruyordu. Oh… Yavuz Sultan Selim zevkine doyulmaz bir kahramanlıkla vuruşuyor,
naraları ordugâhta yankılar yapıyordu.” (Tülbentçi, 2008ç: 323)
Mağlup olan Şah İsmail çareyi kaçmakta bulurken eşi Taçlı Hatun esir edilmiştir.Sultan
Selim bu zaferin ardından ordusuyla Tebriz’e girer, Bayburt Kalesi’ni, Kemah’ı fetheder ve
Dulkadiroğlu Beyliği’ne son vererek İstanbul’a döner. Artık “Yavuz” lakabıyla anılan Sultan
Selim, payitahtta bulunduğu süreçte hem Yeniçeri ocağında bazı düzenlemeler yaptırır hem de
denizcilik sahasında ordusunu ıslah etmeye çalışır. Bu durum Yavuz’un, güçlü ve yetenekli bir
asker olmasının yanında dirayetli bir yönetici olduğunu da göstermektedir. Yavuz’un ıslahatçı
ve yapıcı karakterini ortaya koyan bu girişimler, yazarın Sultan Selim’e idarî bakımdan ve
devlet adamlığı yönünden olumlu yaklaşımıyla romanda yer alır.
Sonrasında Mısır Sultanı Kansu Gavri’nin Osmanlı devletine karşı saldırgan bir tutum
sergilemesi, Yavuz Sultan Selim’i tahrik eder. Bunun üzerine epeydir kafasında tasarladığı
Mısır seferine çıkma fikrini derhal uygulamaya koyan Yavuz, gerekli hazırlıkların
tamamlanmasıyla 7 Haziran 1516 tarihinde ordusuyla İstanbul’dan hareket eder. Antep
üzerinden Dabık Ovasına süzülen Osmanlı ordusu 24 Ağustos 1516 tarihinde Mısır ordusuyla
karşılaşır. Yetmiş bin kişilik Mısır ordusuna kırk iki bin kişilik bir kuvvetle saldıran Osmanlı
ordusu önemli bir zafer kazanır. Bu savaşta da askerleriyle omuz omuza çarpışan Yavuz’a
askerî açıdan olumlu bir bakışsöz konusudur.Yine savaşı kazanan Yavuz Sultan Selim önce
törenle Haleb’e sonra da Şam’a girer. Gazze’nin de Osmanlı ordusu tarafından alınması üzerine
Mısır’ın yeni seçilen Sultanı Tomanbay yeni oluşturulmuş bir orduyla Yavuz’un karşısına çıkar.
Osmanlı ordusu savaşın yapılacağı Ridaniye mevkiine giderken daha evvel Cengiz Han ve
Timur’un geçmeyi göze alamadıkları, Büyük İskender’in bile cesaret edemeyip deniz yolunu
tercih ettiği TihSahrası’ndan kısa denilebilecek bir sürede geçmeyi başarır. Savaştan çıkan,
yorgun ve yıpranmış askerlerin bu çölü geçeceklerine ne Mısırlılar ne de Yavuz’un bazı
komutanları, vezirleri ihtimal vermişlerdir. Ancak Yavuz Sultan Selim iradesini ortaya koymuş
ve çevresindekilerin bile muhalefet ettiği bir konuda kararlılığını göstermiştir. Eserde bu durum,
Yavuz Sultan Selim’e olumlu ve destanî bir bakış açısıyla yaklaşıldığını gösteren şu ifadeyle
anlatılır:“Fakat hiçbir kahraman, hiçbir hükümdar ve fâtih TihSahrası’nı Yavuz Sultan Selim
gibi geçmemiştir.” (Tülbentçi, 2008ç: 403)
23 Ocak 1517’de Ridaniye sahasında meydana gelen savaştan Osmanlı ordusu muzaffer
çıkar. Mağlubiyete uğrayan ve Kahire’ye kaçan Tomanbay’ı takip eden Yavuz Sultan Selim
dört gün içinde Kahire’ye girmek suretiyle Mısır sultanını esir eder. Eserde, Kahire’nin alınması
da Osmanlı ordusuna ve Sultan Selim’e askerî açıdan olumlu ve yüceltici bir bakış açısıyla
aktarılmıştır. Yazar, bu bakış açısını oluştururken hem padişahın yakın mücadele
arkadaşlarından Çal Hasan’ın şahitliğinden yararlanır hem de bizatihi Sultan Selim’in sarf ettiği
cümleleri kullanır:
“— İşte, diyordu, geçilmesi imkânsız gibi görülen TihSahrası’nı bir nefeste geçtik. Zapt
edilmez denilen Kahire’ye dövüşerek girdik. Şimdi Mısır ayaklarımızın altına serilmiştir.”
(Tülbentçi, 2008ç: 412)
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
341
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Tarihî Romanlarında 16. Yüzyılın Yansıması Olarak
Osmanlı’ya Bakış/Yaklaşım
İslâm halifeliği gibi kutsal bir payeyi de eline alan Yavuz, Eylül 1517’de İstanbul’a,
oradan da Edirne’ye geçerek kendi yokluğunda payitahtta bulunup işleri idare eden oğlu
Şehzade Süleyman ile görüşür. Yavuz oğlunun idareciliğini takdirle karşılamıştır. Zafere ve
başarıya doyamayan Yavuz Sultan Selim önce büyük bir doğu seferine çıkıp İran’ı tamamen
almayı, sonrasında da Rumeli üzerinden Batı’ya y ürüyüp Avrupa içlerine kadar gitmeyi
planlamaya başlamıştır. Bütün bunlar Yavuz’un ne kadar cihangirâne bir düşünce tarzına sahip
olduğunu, cihanşümûl hedeflerini ve ne derece yü ksek ideallere ulaşmaya çalıştığını göstermesi
bakımından son derece önemlidir. Kendine büyük bir güven duyan ve güçlü bir imana sahip
olan Sultan Selim’in şu ifadeleri bu bağlamda değerlendirilebilir:
“ — Doğuda, bizden başka hâkim devlet kalmadıktan sonra batıya dönmek isterim.
Rumeli’de yedi kralın taç giymesi ve sikke bastırması çok gelir. Şimdi daha iyi anlıyorum ki
dünya benim gibi bir Padişah’a yetecek kadar büyük değilmiş.” (Tülbentçi, 2008ç: 461)
Yazarın, Osmanlı devletinin Sultanı Yavuz Selim’e bir roman kahramanı olarak bu
sözleri söyletmesi kendi olumlu bakış açısının bir sonucu olsa gerektir.
İşte bu düşüncelerini Divan’daki üyelerle de paylaşan padişah, fikirlerini hayata geçirecek
zamanı bulamaz. Çünkü sırtında çıkan bir çıbanı küçümseyen, tedbirli davranmayan ve bu
nedenle de rahatsızlığı ağırlaşan Sultan Selim, 21 Eylül 1520 tarihinde ordusuyla Edirne’ye
giderken yakın dostu Hasan Can’ın kollarında son nefesini verir.
Vaka zamanı 1509–1520 yılları olaneserde Osmanlı devlet yapısına, askerî sistemine
genel anlamda olumlu ve yüceltici bir bakış açısı söz konusudur. Bu bakış açısı özellikle
Padişah Yavuz Sultan Selim ve bazı önemli devlet adamları ile zamanın değerli âlimleri
aracılığıyla oluşturulmaya çalışılır. Fakat Sultan II. Bayezid ve Fatih Sultan Mehmet
döneminden beri uygulanan kardeş katli sistemi bu genel olumlu bakışın dışında kalırlar.
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin II. Bayezid’e kişilik özellikleri ile askerî ve idarî açıdan
olumsuz yaklaştığını görüyoruz. Bu yaklaşımın tarihî kaynaklarda bu padişah için verilen
bilgilerle doğru orantılı olduğunu belirtmemiz yanlış olmayacaktır. (Uzunçarşılı, 1988, 245-
248) Yavuz Sultan Selim ise aynı açılardan son derece olumlu bir şekilde ele alınmıştır ki bu
bakış açısı da tarihî kayıtlarda yer alan tespitlerle çelişmemektedir. (Yücel-Sevim, 1991: 142-
146) Yazar, bu padişahın askerî niteliklerini, idarecilik anlayışını, siyaset algısını, ilme verdiği
değeri ve şairliğini olumlu açıdan ortaya koymuş, Yavuz’un kişiliği ve iradesi ile Osmanlı
devletinin 16. yüzyıldaki temel anlayışını birleştirmeye çaba göstermiştir.
1949 yılında ilk baskısı yapılanBarbaros Hayreddin Geliyoradlı eserde, Yenicevardarlı
bir sipahi olan Yakup Bey’in oğulları Oruç ve Hızır Reislerin 16. yüzyıl başlarında denizlerde
yaşadıkları heyecan dolu serüvenler anlatılmaktadır.
Hızır Reis ve denizcileri esir düştükleri şaraplarıyla ünlü Naksos Adası’ndan adanın valisi
Venedikli Kapello’nun kızı Karolina’nın yardımıyla kurtularak önce Trablus’a sonra da
Preveze’ye yol alırlar. Buğday ve şarap ticaretiyle geçimini temin eden bu denizcilerin önemli
duraklarından birisi de Cerbe Adası olur. Hızır Reis burada ağabeyi Oruç Reis’i beklerken
adanın hâkimi Emir Şahap ile yakın ilişkiler kurar. Adanın hâkimi Emir Şahap, daha onlar
gelmeden denizlerde yeni yeni kendisini gösteren bu Türk denizcileri hakkında bazı bilgiler
edinmiştir. Gerek eski bir Berberî korsanı olan Ömer Reis’in bu konuda Emir Şahap’a
anlattıkları gerekse de Emir Şahap’ın daha evvel duymuş olduğu bazı haberler, Barbaros
kardeşlere yazarın olumlu bakış açısını daha eserin başında net bir şekilde yansıtmaktadır:
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
Tayfun Barış 342
“ — Bendeniz, şimdiye kadar bu kadar çetin leventlere tesadüf etmedim. Bunlar galiba ilk
defa levent geziyorlar. Midilli’den Kefalonya’ya ve oradan buraya yelken açmışlar. Bir
bekledikleri varmış, o gelmeden emirimizi ziyaret etmek istemiyorlarmış. İçlerinde kırmızı
suratlı, iri yapılı sağlam bir reis var ki, kimseye ehemmiyet verdiği yok. İki gün önce kendisine
ganimetten hisse takdimi zamanının geldiğini hatırlatmışlar. “Hele ağamız gelsin, düşünürüz,
acele ne gerek?” cevabını vermiş.
(…)
— Diş geçirmek için fırsat bekler ama efendimiz, ben bu işin pek de kolay olacağını
sanmıyorum. Koca barkayı birkaç kişiyle esir eden bu leventler, baskın kişiler olsa gerek. Bir
bakışta anlaşılıyor.” (Tülbentçi, 2008a: 33)
Oruç Reis ve beraberindeki denizciler ise İskenderiye’den Cerbe’ye doğru hareket
etmişler ve bu yolculuk esnasında Papa II. Julyus’un bandırasını taşıyan iki büyük savaş
gemisini ele geçirmişlerdir. Bu olay hem Oruç Reis’in hem de kardeşi Hızır’ın şöhretlerinin
artmasını sağlar. Yazar, vakanın akışı içerisinde hâkim bakış açısıyla araya girer ve bu artan
şöhret ile Barbaros kardeşlerin İtalya sahillerinde uyandırdığı yankıyı son dereceolumlu bir
bakış açısıile aktarır. Cerbe Adası’nda kardeşi Hızır ile buluşan Oruç Reis’in daha sonraki
hedefi Tunus’un Halkulvâd Limanı olur. Bu hedefe ulaşmak için de Tunus’un Sultanı
Muhammet’le yakın ilişkiler kurar. Bunun sonucunda Sultan Muhammet’in uygun görmesiyle
Oruç ve Hızır Kardeşler Halkulvâd Limanı’na doğru yola çıkarlar. 10 Ekim 1513’te Tunus’un
Halkulvâd Limanı’na giren Hızır ve Oruç kardeşler, bu limanı merkez üs olarak belirlerler.
Gerek Oruç gerekse de Hızır kendi filolarıyla bu limandan hareket etmek suretiyle çeşitli yerlere
seferler düzenlerler. Bu seferlerde İtalyalı, Venedikli ve İspanyalı denizcilere denizleri dar eden
Hızır ve Oruç kardeşler elde ettikleri ganimetlerle de zenginliklerini arttırmışlar, filolarını
genişletmişlerdir. Hızır ve Oruç Reislerin bu başarılarına karşılık vermek isteyen İspanyollar
Becaye Adasını işgal edince, bu adanın Sultanı Abdurrahman’dan gelen yardım talebi üzerine
Oruç Reis gemileriyle hareket eder. Ancak İspanyol Pedro de Navarro’nun çok sağlam bir
şekilde yaptırmış olduğu Becaye kalesi ele geçirilemediği gibi, bu saldırı esnasında Oruç
Reis’in de bir kolu kopmuştur. Bu hadiseden dolayı Becaye kuşatması yarım kalmış, ağır
yaralanan Oruç Reis de Tunus’ta dinlenmeye çekilmiştir. Bu olayın intikamını almak isteyen
Hızır Reis Akdeniz sahillerini baştanbaşa dolaşarak denizleri Hıristiyanlardan temizlemek için
harekete geçer. Malaga Limanı ve İtalya sahillerinde yer alan pek çok liman ve ada Hızır’ın
kızgınlığından hissesini alır. Tunus’ta bunlar yaşanırken CerbeAdası’nda iktidar el değiştirir.
Bunun üzerine harekete geçen Hızır Reis ve beraberindekiler yapmış oldukları bir baskınla
adanın yönetimini ele geçirirler. Cerbe Adası’nda işini bitiren Hızır Reis yeniden Tunus’a döner
ve sefer mevsiminin gelmesini beklemeden 1515 yılı başlarında tekrar denizlere açılır. Bu
süreçte Monte Kristo Adası, Korsika Adası, Bonifacio Boğazı, Sardunya Adası, Pianosa Adası
ve Giglio Adası’na uğrayan Hızır Reis ve filosu, Ustica Adası’nda Oruç Reis ile birleşerek
Tunus’un Halkulvâd Limanı’na dönerler. Barbaros Kardeşlerin Halkûlvad Limanı’na
döndüklerinde, halka karşı göstermiş oldukları şefkat ve cömertlik de yazar tarafından özellikle
vurgulanır. Bu durum Osmanlı dönemi denizciliğinin önde gelen şahsiyetlerinden olan Barbaros
kardeşlerin, denizcilik literatüründe yer alan ve genel kabul görmüş “korsan”tabirine
uymadığını açık bir şekilde göstermektedir. Yazarın, Barbaros kardeşlere insanî yönden
geliştirmiş olduğu olumlu ve yüceltici bakış açısını yansıtan söz konusu davranış farklılığı
eserde özellikle vurgulanmaktadır.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
343
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Tarihî Romanlarında 16. Yüzyılın Yansıması Olarak
Osmanlı’ya Bakış/Yaklaşım
Barbaros kardeşler, daha evvel Oruç Reis’in bir kolunu kaybetmesine neden olan Becaye
Kalesi’ne yeniden saldırırlar. Fakat yine muvaffa k olamazlar. Bu adanın yakınında bulunan
Cicelli Kalesi’nin alınması da bir işe yaramamıştır. Bu sırada İspanyolların, Cezayir, Bizerta ve
Tunus’a saldırmak için hazırlık yaptıkları duyulunca Barbaros kardeşlerin bütün dikkati bu
muhtemel saldırı üzerinde yoğunlaşır. Buna göre Hı zır Reis ve arkadaşları Cicelli’de kalıp
güvenliği sağlayacaklar; Oruç Reis ise Cezayir’i fethetmek için yola çıkacaktır. Cezayir’e çok
güçlü giren Oruç Reis, buradaki iktidar mücade lesini kazanarak adanın tek hâkimi olur. Oruç
Reis, Cezayir’i yönetmeye başladıktan sonra askerî ve idarî olarak önemli girişimlerde bulunur.
Böylece yönetim mekanizmasında yapılan ıslahatlarla Cezayir’in devlet yapısı daha da
güçlendirilmiş olur.
Buna benzer bir devletçilik ve teşkilatlanma anlayışını Hızır Reis’te de görmek
mümkündür. Nitekim Hızır Reis Dellis şehrine girdiği zaman hem bu şehrin hem de bu şehre
bağlı olan dört beldenin kalkınıp gelişmesi için derhal idarî ve malî yapılandırmaya gitmiş,
işleyen devlet çarkının bozulması için gayret sarf eden zorbalara karşı da gerekli müdahalede
bulunmaktan çekinmemiştir.
Böyle bir devlet şuurunu taşıyan, halkın daha iyi hizmet alabilmesi için yönetimsel
iyileştirmelerde bulunmaya çalışan Oruç ve Hızır Reis, elbette ki bildiğimiz anlamda bir
“korsan” olarak nitelendirilemez. Yazar olayların akışı içerisinde bu noktayı iyi tespit ederek
konunun işlenişi çerçevesinde ve tarihî gerçekliğin elverdiği ölçülerde devamlı surette olumlu
bakış açısıyla bu farkın altını çizmeye çalışır. Eserde Barbaros kardeşlerin devlete karşı
hissettikleri bağlılık duygusu da güçlü bir şekilde işlenmiştir. Gerek Oruç Reis gerekse de Hızır
Reis Osmanlı devletine ve bu devletin başında bulunan sultanlara gönülden bağlıdır. Devlete
hizmet etmeyi esas görev olarak benimseyen bu Türk denizcileri, Osmanlı sultanlarının temel
amaçlarından olan “Devlet-i ebed-müddet” felsefesine tüm kalpleriyle inanmışlardır. Barbaros
kardeşlerin Cezayir’i almasından sonra, İspanyolların Cezayir’i almak için yaptıkları karşı
saldırı Oruç Reis ve leventlerinin üstün mücadelesiyle savuşturulur. Sonrasında Oruç Reis,
Cezayir’i idarî olarak ikiye ayırır. Batı’yı kendisine, Doğu kısmının yönetimini ise kardeşi
Hızır’a bırakır.Cezayir’in idaresini eline alan Barbaros kardeşlerin önüne bu sefer de Tlemsan
şehrinin İspanyollar tarafından işgal edilmesi sıkıntı olarak çıkar.Tlemsan’ın yeni hâkimi Ebu
Zeyan’ın İspanyollarla işbirliğine girerek isyan etmesine kızan Oruç Reis, Ebu Zeyan’ı
tahtından indirerek kendisini şehrin sultanı olarak ilan eder.Ancak Cezayir’den sonra
Tlemsan’ın da Barbaros kardeşlerin eline geçmesi İspanyolları hemen harekete geçirir. Güçlü
bir orduyla Tlemsan kalesine yüklenen İspanyolları durduramayan ve kardeşi Hızır Reis’ten
gelen yardım talebini de geri çeviren Oruç Reis, beraberinde bulunan az sayıda askerle
mücadele etmek zorunda kalır. Bir levent ile on düşman askerine hücum eden Oruç Reis, bu
mücadelenin sonunda vuruşa vuruşa şehit olur. Yazar eserin sonunda bu hadiseyi aktarırken
Oruç ve Hızır Reislere askerî yönden olan olumlu ve destanî bakış açısını çok kuvvetli bir
şekilde hissettirmektedir.Tlemsan’da yaşanan hadiseye çok üzülen Hızır Reis, ağabeyinin
intikamını almak için hazırlıklara girişir. Cezayir’in Sultanı Hızır Reis ve leventleri
oluşturdukları filolarla İspanya sahillerini ateş yerine çevirirler. Böylece Oruç Reis’in de
intikamı alınmış olur. Yazar bu noktada romanın vakasını tamamlar. Ancak eserini, hem
vakanın başından itibaren Barbaros kardeşler üzerinden 16. yüzyılın Türk denizciliğine dair
geliştirdiği olumlu ve yüceltici bakış açısını yansıtacak hem de okuyucuda Osmanlının bu
yüzyıldaki zaferlerinin süreceği hissini uyandıracak biçimde bitirir:
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
Tayfun Barış 344
“İspanya sahilleri alevler içinde yanıyor, Türk leventleri zaferden zafere koşuyor ve
İspanya sahillerinde şu cümle dehşetle dolaşıyordu:
— Barbaros geliyor!” (Tülbentçi, 2008a: 495)
Romandaki vakaların cereyan ettiği zaman aralığı 1512-1518 yılları arasıdır. Yazar her ne
kadar ön planda Barbaros kardeşlere ve onlara bağlı olan diğer reislere yer vermiş olsa da
dönemin padişahı Sultan Selim’e zaman zaman olayların akışı içerisinde yer vermiş ve olumlu
ve yüceltici bakış açısını ortaya koymuştur.
Eserde, Osmanlı denizciliğinde adları öne çıkan şahsiyetler ve onların mücadeleleri son
derece olumlu, yüceltici ve destanî bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Böylece Feridun Fazıl
Tülbentçi gerek dönemin padişahı gerekse de Barbaros kardeşler vasıtasıyla 16. yüzyılın
başındaki Osmanlı devletine genel anlamda olumlu yaklaşmaktadır. Tarihî kaynaklar
incelendiğinde eserdeki bu yaklaşımın yerinde ve doğru tespitlerden hareketle ortaya
konulduğunu görebilmekteyiz. Çünkü Osmanlı deniz tarihinde Barbaros Hayrettin Paşa’nın
Osmanlı donanması hizmetine girmesi, denizcilikle ilgili bir eyaletin teşkiliyle onun
beylerbeyliğine ve donanma komutanlığına getirilmesi dikkat çekici bir gelişme olarak
görülmektedir. (Bostan, 2011: 27) Bir taraftan Doğu’ya bir taraftan da Avrupa içlerine kadar
ilerleyen Osmanlı imparatorluğunun, diğer taraftan denizlerde de aynı başarıyı göstermesi
gerekmekteydi. Bu sebeple Oruç Reis ve özellikle de Barbaros gibi ünü bütün Akdeniz’i tutmuş
bir deniz amiralinin Osmanlı devletinin hizmetine girmesi, Osmanlı imparatorluğunun
denizcilik anlayışında bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Yazarın konunun akışı içerisinde sürekli olarak bir “korsan” mukayesesine gitmesi ve
Barbaros kardeşlerin bilinen “korsan” tabirinden çok farklı olduklarını vurgulamaya çalışması
da isabetli bir görüş olarak düşünülebilir. Zira denizlerde tarih kadar eski olan korsanlık,
Osmanlı denizciliğinde 15. yüzyıldan itibaren ön plana çıkmaya başlamıştır. Fakat Osmanlı
denizciliği bağlamında bu noktada önemli bir fark göze çarpmaktadır. Daha çok haydutluk
olarak anlaşılmak istenen korsanlığın aslında İslam hukukunun prensiplerine göre hareket eden
ve İslam’ın cihat ve gaza anlayışının bir gereği olarak karada sınır boylarında öncü kuvveti
olarak mücadele veren akıncıların denizlerdeki benzeri olduğunu hatırlamak gerekir. (Öztuna,
1977: 298) Bu sebeple Osmanlı korsanları devlet hizmetinde veya kendi adlarına savaştıkları
zamanlarda dahi İslam hukukuna göre inanç savaşı yapmışlardır. Bunun sonucu olarak bu
dönemde kendilerinden daha çok levend veya gönüllü levend şeklinde bahsedilen Osmanlı
korsanları hukuk dışına çıktıkları zaman “haramî levend” olarak adlandırılmışlar ve bu yüzden
cezalandırılmışlardır. (Bostan, 2011: 24) Aslında korsanlık faaliyetlerinin bu çerçevede yani
yarı yasal bir şekilde yapılmış olması, Türk denizcilerinin ileride gelişecek olan Osmanlı
donanmasına önemli bir destek teşkil etmesini de sağlamıştır. Nitekim Osmanlı devlet
donanmasının güçlü bir şekilde Akdeniz’de görülmeye başlamasıyla korsan gemileri devlet
donanmasına iltihak etmişler ve böylece güçlerini birleştirmişlerdir. Bilhassa Akdeniz’deki ilk
mücadeleler sırasında ferdî hareket eden ve organize olmayan Türk korsanları, daha sonraki
yıllarda fetihler geliştikçe Osmanlı donanmasıyla birlikte hareket etmeye başlamışlar veya
devlet hizmetine girmek suretiyle Batı Akdeniz’e ulaşarak İspanya ile boy ölçüşebilir hale
gelmişlerdir. (Bostan, 2011: 24-25)
Yazar, Osmanlı denizciliğine olan olumlu ve yüceltici bakış açısını sadece gösterilen
kahramanlıklar, kazanılan zaferler ile ele almaz. Buna ilave olarak 16. yüzyılda zirvesini
yaşayan Osmanlı denizciliğinin teknik seviyesine de temas eder. Ve Batı dünyasıyla yaptığı bir
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 24, Mart 2016, s. 335-361
Description:ve sefer mevsiminin gelmesini beklemeden 1515 yılı başlarında tekrar denizlere açılır. Bu süreçte Monte Kristo Adası, Korsika Adası, Bonifacio Boğazı,