Table Of ContentHülya ALPER – Final DİA Maddeleri Özeti
HAZIRLANANLAR EKSİKLER
Fısk (aşağıda) nifak
fetret (aşağıda) Şirk
Şefaat (elyazısı-fotokopide) Elfazı küfür
Kader (elyazısı-fotokopide)
Cennet (elyazısı-fotokopide)
Cehennem (aşağıda)
Küfür (elyazısı-fotokopide)
İman (Aşağıda)
azap (elyazısı-fotokopide)
kader Fotokopide
Tekfir (aşağıda-ilginç bir özet denemesi)
İMAN
İnanmak, din adına tebliğ ettiği konularda peygamberi doğrulamak anlamında bir terim.
Sözlükte "güven içinde bulunmak, korkusuz olmak" anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân
"güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak" demektir. "Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik
etmek" mânasındaki akd kökünden türeyen i'tikâd da "iman" karşılığında kullanılır. Terim olarak iman ge-
nellikle "Allah'tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve
onlara inanmak" diye tanımlanır. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü'min, inancının gereğini tam bir
teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denir.
İbrânîce'de iman emunah kelimesiyle karşılanır.
Hıristiyan geleneğinde "emunarfın çevirisi olan Grekçe pistis kelimesinin yanı sıra yakın anlamlardaki
Latince fides, con-fessio ve dogma kelimeleri de kullanılmıştır. Hıristiyanlığa göre iman, "ilâhî vahiy
yoluyla gelen ve kilise tarafından doğru olarak takdim edilen öğretileri (dogma) kabul etmek" şeklinde
tanımlanabilir.
Hıristiyanlık'ta iman esaslarıyla ilgili en eski çalışmayı "havarilerin inanç esasları" teşkil etmiş, sonradan
ilk dört ekümenik konsilde belirlenen ve özünü baba (Tanrı), oğul (Tanrı) ve Rühulkudüs'ten müteşekkil
teslis inancının oluşturduğu on iki maddelik "İznik-İstanbul iman esasları" Roma Katolik, Ortodoks ve
Protestan kiliselerince kabul görmüş, ancak Protestanlar daha sonra inanç esaslarıyla ilgili olarak
yalnızca kendilerini bağlayan çeşitli kararlar almışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'de iman kavramı 800'-den fazla yerde geçer. İman etmeyi ve inananları nitelemek için
"doğru söylemek" anlamındaki sıdk kökünün, ayrıca kalbin iman sayesinde huzura kavuşmasını ifade
etmek için "şüpheden uzak olarak bilmek" mânasında yakn (yakîn) kökünün türevleri ve "huzur bulmak,
güven duymak" anlamındaki itmi'nân kavramı kullanılır. İbnü'l-Cevzî "kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve organ-
larla amel" şeklinde tanımladığı imanın Kur'an'da beş mânada kullanıldığını kaydeder: Tasdik, sadece
dilin ikrarı, tevhid, peygamberi onaylama, namaz.
Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine ve âhiret gününe inananların, sâlih amel işleyenlerin kurtuluşa
ereceği ve insanların bu konularda irade hürriyetine sahip kılındıkları anlatılır. İman kalbe atfedilen bir
eylem olmakla birlikte cennet ehlini iman ve sâlih amel sahiplerinin teşkil edeceği belirtilerek imanla ilâhî
emirlere uymak arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna dikkat çekilir. Yine Kur'an'da müminlerin Allahtan
1 | P age
başka bir tanrıya tapmamak, O'nun haram kıldığı cana kıymamak ve zina etmemek gibi yasaklara
uydukları oruç tutmak, namaz kıl-mak, iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek gibi buyrukları yerine
getirdikleri belirtilir; böylece iradeye dayalı imanın ilâhî rızâya uygun amellerle tamamlanmasının
gerekliliğine işaret edilir. Gerçek müminler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, âyetleri okunduğunda
imanları artan ve yalnız rable-rine güvenen, namazlarını kılan ve servetlerinden Allah yolunda harcayan
kimseler olarak nitelendirilir.
İman. kelâm ilminde üzerinde en çok durulan ve ayrıntılı bir şekilde incelenen konulardan biridir. Bunun
sebebi, dinin merkezinde imanın bulunması ve dinî hayatın bütün yönlerinin bu merkeze göre anlam ve
değer kazanmasıdır. İlâhî mesajın ana gayesi insanları "gerçek müminler seviyesine çıkarmaktır. Ancak
İslâm âlimleri iman olgusunun mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet kelâmcı-
lanna göre imanın esası kalbin tasdikinden ibarettir, çünkü âyet ve hadislerde iman dilin ikrarına değil
kalbin tasdikine bağlanmıştır. Tasdikin mahiyeti de haberin ve haber verenin doğruluğunu kabul etmektir.
Neye, nasıl ve niçin inanıldığının bilinmesi yönünden imanın oluşumunda bilgi unsuru da önemli olmakla
birlikte bilinen şeyin imana dönüşebilmesi için his ve kalp yoluyla benimsenmesi gerekmektedir. Tasdikin
bir mantık terimi olarak "zihnin bir hükme varması" şeklinde tanımlandığı dikkate alınırsa onun mantıkî
anlamıyla dindeki imanı karşılamakta yeterli olmadığı görülür. Mantıkta dış dünya ile ilgili önermeleri
doğrulamak bir tasdikse de iman değildir. Çünkü imanın gayb. ahlâk, derunî, ferdî ve içtimaî hayatla ilgili
boyutları vardır. İmanın terim anlamı ise dinî mânadaki tasdike açıklık kazandırmaktadır.
İmanın tasdik değil marifetten ibaret olduğunu ileri süren Cehmiyye ve Neccâriyye'yi Mâtürîdî ve Mu'tezilî
kelâmcılan eleştirmiştir. Onlara göre marifetin karşıtı cehalet, İmanın karşıtı inkârdır (küfür). İmanın
marifetten ibaret olması halinde her cahilin kâfir, her arifin de mümin olması gerekir. Ayrıca imanda gayb
unsuru esastır. Bilgi ise iman edilecek hususların mahiyetini kapsamaktan uzaktır. İmanın mahiyetiyle
ilgili diğer bir görüş de onu sadece dilin ikrarı olarak kabul eden Mürcie ve Kerrâmiyye'ye aittir. Onlara
göre Hz. Peygamber'in kelime-i tev-hîdi söylemeyi iman için yeterli görmesi bu kanaatin delilini oluşturur.
Ancak Ehl-i sünnet kelâmcılan bunu, gerçekte iman etmedikleri halde Allah'a ve âhiret gününe inandık-
larını söyleyen münafıkların mümin olmadığını açıklayan âyetlere aykırı bulmuşlardır. Bazı Sünnî
âlimlerine göre ikrar kalbin tasdikine delâlet etmesi açısından iman olarak isimlendirilebilir, ayrıca ikrar
dünyevî hükümlerin uygulanabilmesi için de gereklidir.
İslâm âlimleri arasında dinî hayatın bütünlüğü açısından imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin
bulunduğunda ihtilâf yoktur. Ancak Haricî. Mu'tezilî ve Şiî kelâmcılan ameli imandan bir cüz kabul etmiş-
lerdir. Bu âlimler, hangi itaatin imandan sayıldığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de genel
olarak Haricîler büyük günah İşleyen ve ilâhî emirlerden birini terkedenin kâfir olduğunu, Mu'tezile ile Şîa,
büyük günah işleyenin imandan çıkmakla birlikte küfre girmeyip ikisi arasında bir yerde bulunduğunu,
işlediği günahtan dolayı tövbe etmeden Öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacağını ifade eder.
Sünnîler'e göre Kur'ân-ı Kerim'de "iman edenler ve sâlih amel işleyenler" diye sıkça tekrarlanan âyetler,
imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin mevcudiyetini hissettirmekle birlikte bu ilişkinin atıf edatıyla
kurulması ve gramer açısından atıf terkibinde yer alan iki tarafın birbirinden ayrı şeyler olması kuralı
çerçevesinde amel olmaksızın imanın teşekkül etmesi mümkündür. Mâtürîdî, "ey iman edenler" hitabıyla
başlayan bazı âyetlerde amel bakımından eksiklik içinde olan müminlerin uyarıldığına ve amellerinin
eksikliğine rağmen onlardan mümin diye bahsedildiğine dikkat çeker. Her amelin herkese farz olmayışı,
yolculukta namazın kısaltılması, orucun kazaya bırakılabilmesi de amelin imandan ayrı bir unsur
olduğunun delilleri arasında zikredilir.
İman-amel ilişkisine dair ileri sürülen deliller farklı görünmekle birlikte bunların yine de birbiriyle irtibatlı
olduğunu söylemek mümkündür. Zira dinin temel hükümlerine iman edilmesi hayatın bu hükümlere göre
düzenlenmesini gerektirir. İslâm dini imanın hayata yansımasını ister. İmanın amele tesir ederek onu
2 | P age
kemiyet ve keyfiyet yönünden daha iyi bir konuma getirdiği, amelin de imanı kuvvetlendirdiği, bu açıdan
aralarında olumlu ve olumsuz etkileşimlerin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Sünnî âlimlerin fikirlerini,
ameli gereksiz bulan ve sadece tasdikten ibaret sayan bir iman anlayışı olarak görmek doğru olmaz. Bu
anlayışı, amel eksikliğinden dolayı kişinin mümin vasfını kaybedeceğini İleri süren Hârici ve Mu'tezilî
görüşe karşı, kalbî tasdikten ibaret bir imanın varlığı devam ettiği sürece ferdin mümin kaldığını kabul
eden kucaklayıcı bir tavır olarak değerlendirmek gerekir.
Bu çerçevede tartışılan konulardan biri de imanın artması veya eksilmesi meselesidir. İmanı sadece
kalbin tasdiki, sadece dilin ikrarı veya kalbin tasdikiyle beraber dilin ikrarı şeklinde tanımlayanlar imanın
artma ve eksilme kabul etmeyeceğini ileri sürerken ameli imandan bir cüz sayanlar onun artıp
eksilebileceğini düşünürler. İbn Hazm'ın yanı sıra Selef âlimleri imanın artıp eksilebileceği görüşünü
benimsemiş, yukarıda zikredilen âyetleri de zahiri mânada anlamışlardır. Mâtüridîler'Ie Eş'arîler'in
çoğunluğu imanın artıp eksilmesini mümkün görmemiştir. Zira imanın artması ancak küfrün
noksanlaşması, eksilmesi de küfrün artması ile mümkün olabilir. Ebü'l-Muîn en-Nesefî imanda artma ve
eksilmeden bah-sedilemeyeceğini, ancak sâlih amellerle kalpte meydana gelen nur ve aydınlığın
artabileceğini, mâsiyetlerle de bu nurun azalabileceğini söyler. Ona göre, "Allah'ın nurunu ağızlarıyla
söndürmek istiyorlar.
Halbuki inkarcılar hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez" mealindeki âyet bunun
delilini oluşturur. İmandaki artıştan bahseden bazı âyetler ise imanın kuvvetiyle tevil edilmiş, imanın
tasdik yönünden değil kemal ve kuvvet itibariyle üstün olabileceği şeklinde anlaşılmıştır. "İnşallah
müminim" demenin caiz olup olmayacağını konu edinen istisna meselesi de imanın mahiyeti açısından
tartışılmış, Mâtürîdîler, iman lafzı dinde kesinlik ifade ettiği için istisnanın söz konusu olamayacağı
Eş'arîler ise imanın hakikatiyle değil kemal ve akıbetiyle ilgili olarak istisnanın mümkün olacağı görüşünü
benimsemişlerdir.
Hem Kur'ân-ı Kerîm'de hem hadislerde kullanılan "iman" ile "islânV'ın birbirinden farklı kavramlar olup
olmadığı hususu da ele alınan konulardan birini teşkil eder. Mu'tezilî ve Mâtürîdî kelâmcılan İle Ebû Tâlib
el-Mekkî ve İbn Hazm gibi âlimler, kelimelerin terim anlamlarını göz önünde bulundurarak bunların aynı
şeyi ifade ettiğini söylemiş. Eş'arî kelâmcıları ise sözlük mânalarından hareketle aralarında fark
gözetmeyi tercih etmişlerdir.
Bir insanın mümin olması kelime-i şehâdetin muhtevasına inanmasıyla gerçekleşir. Kişi bununla Hz.
Peygamber'in tebliğ ettiği iman esaslarını da kabul etmiş olur. Kelâm literatüründe iman esasları "Allah'a,
Peygamber'e ve âhiret gününe iman" şeklinde önce üç ardından kelime-i şehâdette belirtildiği gibi Allah'a
ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman olarak iki ve nihayet Allah'a iman şeklinde tek bir esasta
özetlenmiştir. Kur'an'da sabit olup sahih hadislerle de açıklanan iman esasları sadece yaygınlık kazanan
altı unsurdan ibaret değildir. Dinden olduğu kesin biçimde kanıtlanan itikadî, amelî ve ahlâkî bütün
hükümlere inanmak, bunların farz, helâl veya haram olduğunu tasdik etmek de mümin olmanın şartıdır.
FETRET ( ÖZET )
Kelam literatüründe “iki peygamber arasındaki hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem”anlamını ifade
eden fetret terimi sözlükte,zaaf,gevşeme,gücünü ve tesirini kaybetme manalarına gelir.
Cürcani : fetret yanan ateşin alevinin tabi olarak sönmesi anlamındadır.
Fetret daha ziyade Hz.İsa( as) ile Hz.Muhammed(sav) arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır.bu
dönemde yaşayan topluluklara “Fetret Ehli”denir.
3 | P age
Ayrıca Hz peygambere inen vahyin kesintiye uğradığı zamana da”Fetretü’l Vahy” denir. Devletlerin
tarihinde merkezi otoritenin zayıflayıp yönetim boşluğunun doğduğu devrelere Fetret devri denir .
Tasavvufta ise müridin Seyrü Sülükte gevşeklik gösterdiği dönemler de fetret olarak adlandırılır.
Kur’anı Kerimde” meleklerin ara vermeden,durup dinlenmeden Allahı tesbih etmeleri” ve “kafirlerin
çekeceği azabın aralıksız devam edeceği “hususu fetret kökünden türeyen fiillerle anlatılır.
İmam Gazali’ye göre
İnsanlar kendilerine tebliğin ulaşıp ulaşamaması açısından üç farklı guruba ayrılırlar:
1-Hz peygamberin davetinden hiç bir şekilde haberdar olmayanlar
2-İslam ülkesi ve topraklarında veya bu topraklarda komşu olarak yaşayan ,Resululullahın şahsiyeti vasıf
ve mucizeleri konusunda yeterli bilgiye sahip,ancak ona imandan mahrum olanlar
3-İslamın özellik ve güzelliklerini gerçek manada tahkik edememiş,dolayısıyla kendilerine tebliğ ve davet
de tam anlamıyla ulaşamamış olanlar.
Birinci gurup mazur görülür,sorumlu tutulmaz ikinci gurup mutlak anlamda sorumlu ve cezaya
muhataptır.Asıl üzerinde durulması gereken ve dinin sorumluluğu bulunmayan gurubun (fetret ehli)
kendilerine tebliğin doğru bir şekilde ulaşmayan kimseler olduğuna dikkat çekmektedir.
İslam Düşüncesinde Fetret Ehlinin Sorumluluğu
Fetret ehlini üç ana bölümde toplamak mümkündür
A-Ağrlıklı görüşe göre hiçbir Peygamberin haberdar olmayan kimselerden Hz isa ile Hz. Muhammed(
sav) arasındaki dönemde yaşayan,akıl yürüterek veya geçmiş semavi dinlerin tesiriyle tevhide inananla(
varaka b. Nevfel gibi hanifler) ahirette kurtuluşa erecek,tevhid akidesinden saparak Allaha ortak
koşanlar ise sorumlu tutulacaktır. ( puta tapan arap müşrikleri) Metafizik düşünceden ve dinin
inançlardan tamamen mahrum bulunan kimseler ise gerçek anlamda fetret ehlini temsil ederler.
B-Hz Peygamberin anne ve babası İslam öncesi dönemde yaşayan fetret ehline dahil bulunduğu halde
Resulullah’ın birinci derece akrabası olduklarından alimlerce müstakil olarak ele alınmıştır.
C- Ergenlik çağına ulaşmadan ölen Müslüman ve kafir çocuklar da fetret ehli içinde mutalaa edilmiştir.
İster İslam öncesi ister İslami devirde yaşamış olsun,peygamber davetinden hiçbir şekilde haberdar
olmayanların dini sorumlulukları hususunda ileri sürülen görüşleri dört noktada toplamak mümkündür.
1-Fetret ehli putperest müşrik,hatta tanrıtanımaz bile olsa dini bir yükümlülük altında
bulunmadığından Ahİrette kurtuluşa erecek ve cennete girecektir.
Bu kanaat,insanların dini bakımdan sorumlu tutulmasını peygamber davetinden haberdar olma şartına
bağlayan temel görüşün bir sonucudur.
Kur’anda “peygamber gönderilmeden azaba uğratılmayacağı” bildirilmiş, ( isra,şuara,kasas)
“Sorumlu tutulmaları için insanlara peygamber gönderilmesinin gerekli olduğu” ifade edilmiştir.( Ta-
Ha,Kasas)
4 | P age
Eş’ariyenin çoğunluğu başta olmak üzere Hariciler ve Şia bu görüştedir.imam Şafi,Ahmed b.Hanbel
,Muhammed Abduh gibi alimlerde bu kanaattedir.
Zahirilerden İbn Hazm, kendisine ilahi mesaj ulaşmayan kimse gaybı ve dini hükümleri bilemeyeceği için
,”Allah insanı ancak gücünün yettiği ile yükümlü kıldığını” bildiren Bakara suresi 2/286 ayete göre fetret
ehli sorumlu olmaz.Onlar, buluğa ulaşmamış kimse gibidir der.
Eş’arilerin bu konudaki önemli delili ise “İnsanların Peygamberlerden sonra Allah’a karşı hücceti
olmasın!”( Nisa 4/165) ayetidir.ayete göre peygamber gelmedikçe Akıl bağlayıcı bir delil olmayıp,kayıtsız
olarak hükümlerin terkinde insanlar mazurdur.
Diğer bir delil ise; “Biz elçi göndermedikçe azap etmeyiz”( İsra 17/15) ayetidir.
2-Fetret ehli Allahın varlığına birliğine inanmak,ayrıca akıl yürütmek suretiyle bilinebilecek olan
bütün iyi fiilleri yapmak ve kötülüklerden kaçınmakla yükümlüdür.Akıl Allahın varlığını bilme ve
temel konularda iyiyi ve kötüyü ayırt etme gücüne sahiptir.
Nitekim Kur’an da akıl yürüterek Allahın varlığına ve birliğine ulaşabileceği,hususu Hz İbrahim’in diliyle
anlatılmış( En’am6/76)
Bu tür bir akıl yürütme kişiyi ebedi felaketten kurtaracağı ifade edilmiştir( Mülk67/10) Ayrıca birçok ayette
kafirlerle Müşriklerin affedilmeyip lanete uğrayacakları ve cehenneme atılacakları haber verilmiştir.
Ayrıca peygamber gönderilmeden azap edilemeyeceğini ifade eden ayetlerde yer alan azap kavramı
ahiretle ilgili olmayıp dünyada yaşanan sıkıntılar manasındadır.yükümlülüğün peygamber davetine bağlı
kılınması da tebliğ edilen vahyin bütünüyle ilgilidir.Başta Ebu Hanife olmak üzere İmam Matüridi ve bu
mezhebe bağlı alimlerin çoğunluğu ve Mutezilenin tamamı bu görüştedir.Fahreddin Razi Reşid Rıza gibi
bazı Selefiyye ve Eş’ariyye alimleride bu görüşü kısmen benimsemişlerdir.
Mutezileye göre Marifetullahın vacip oluşu akılladır.Mutezileye göre ,akli vaciplik sabit olmassa azaptan
kaçınmanın ve mucize üzerinde düşünmenin vacipliği sabit olmazdı.
Mutezile alimlerinin önemli bir argümanı da aklın vacip kılıcı olmamasının nübüvveti atıl bırakacağıdır.
Ebu Hanife ,”İlahi çağrı ulaşmasa da marifetullahın akıl sahiplerine vacip olduğunu belirtir.Ebu Hanife
Allaha iman ile ameli hükmen ayrı tutmaktadır.
Matüridilere göre bir başka delil “Biz size düşünebilenlerin düşünmesine yetecek kadar uzun bir ömür
bahşetmedik mi”( fatır35/37 ) ayeti insanın akıl yürütme süzgecinden geçtikten sonra yaratıcının
mevcudiyetinden haberdar olmak durumundadır.
Maturidiler,aklın bilgi konularında hüccet olduğuna,”Kulak,göz ve gönül,onların hepsi ondan
sorumludur.”ayetiyle istidlalde bulunmuşlardır.
Mutezileye göre akıl vacip kılıcıdır. Onlara göre Allahın varlığını bilmek iyi ile kötüyü ,güzel ile çirkini ayırt
etmek gibi konular yanında Allahın sıfatları ve Ahiret hayatının mahiyeti gibi konuları da kavrayabilecek
yeterliliktedir. Ancak Maturidiler açısından ise akıl vacip kılıcı değil vacip oluş için bir araçtır.vacip kılıcı
gerçekte Allahtır.bu konuda akıl vasıtadır.
İmam Maturidi,Allahın varlığına iman etme sorumluluğu için aklı yeterli görmekte ancak onun bütün dini
gerçekleri kavramakta yeterli olmadığını savunmaktadır.İnsanın Marifetullah konusundaki sorumluluğu
açısında herhangi bir fetret kabul etmemektedir.
5 | P age
3.Fetret ehlinin durumu ahirette yapılacak bir imtihandan sonra belli olacaktır.
Ahmed b.Hanbelin naklettiği bir hadise göre;” Ahirette sağırlar,geri zekalılar ve hak dinin davetine çok
ileri yaşlarda muhatap olanların yanı sıra fetret döneminde yaşayıp ölenler Allaha karşı mazeret beyan
edeceklerdir.bunun üzerine onlara cehenneme girmeleri emredilecek bir tür denemeden geçirilecek,bu
emre itaat edenler kurtulacak,isyan edebler ise ebedi hüsrana uğrayacaktır. “Beyhaki,İbn Teymiyye,ibn
Kesir,İbn Hacer gibi selefiyenin çoğunluğu bu görüştedir.
4-Fetret ehli cennete veya cehenneme girmeyecek,dirilişin ardından hesaba çekilecek ve cezaları
süresince mahşer yerinde azap gördükten sonra hayvanlarla birlikte yok edileceklerdir.
Bu görüş imam Rabbaniye aittir.
Çocuklar Ve Akıldan Yoksun Olanların Durumu:
Kur’anı kerimde Allahın insanları muvahhid( hanif) belirtilmiştir( Rum 30/30)
Sahih hadislerde aynı husus ifade edilmiştir( Ahmed b.hanbel,müsned) Buna göre her doğan çocuğun
fıtri bir imana sahip olduğunu söylemek mümkündür.İslam alimlerin çoğunluğuna göre akıldan yoksun
olanlar ile çocuklar sorumlu tutulmayacak ve azap görmeyeceklerdir.
Fıtrat kelimesinin geçtiği;”Sen yüzünü hanif olarak dine,Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona
çevir!”( Rum30/30)
Ayetiyle Hz Peygamberin fıtrat hadisi olarak tanınan” Her doğan fıtrat üzere doğar;sonra ana babası onu
Yahudi,hristiyan,Mecusi yapar” anlamındaki hadisi de bu hükmü doğrulamaktadır.
Günümüzde Fetret Ehli:
Fetret ehlini
1- İslamın doğuşundan önce veya sonra yaşayıp da hak dinden hiçbir şekilde haberdar olamayan
2- Mevcudiyetini duymuş olmakla birlikte bazı engeller sebebiyle bu dinin hidayetinden yeterince nasibini
alamamış olan guruplar şeklinde ikiye ayırmak gerekir.
çoğunluğu teşkil eden Eş’ariye ağırlıklı bir kısım ulema ilk gurubu hiçbir şeyden sorumlu tutmazken
Maturidiye ağırlıklı bir kısım alimler ise Akli muhakemeyle yaratıcının varlığı hatta birliği gerçeğine
kolayca ulaşılabilir. Bu bu sebeple insanın marifetullah noktasında mükellef tutulması hem ilahi dinlerin
temel ilke ve amaçlarına hemde de insanın fizik ve psikolojik yapısına uygundur.
İkinci guruba gelince eski alimlerde Cahız ile Gazalinin son dönemde İse Muhammed Abduh ve Reşit
Rızanın önem verdiği bu gurubun önündeki engeller,hak dinin veya tebliğcisinin sadece adını
duyup,getirilen hükümler konusunda sağlam bilgiye ulaşamamaktan ibaret ise ,bunlarda birinci gurup
statüsünde düşünülmelidir.bu konuda bir başka engel de hak din konusunda yanlış
bilgilendirilmektir.Gazali bunlarında bir önceki gurupla mutalaa edilmesi gerektiğini söylemektedir.Ancak
Muhammed Abduh ve Reşid Rızaya göre İslam dini hakkında yeterince bilgi edinememiş bu guruplar
daha öncekiler gibi akli muhakemeleri,ortak ahlaki değerler ve yörelerinde bulunan nebevi öğelerin
gerekleriyle amel etmek mecburiyetindedir.
Sonuç olarak İslamiyetten hiçbir şekilde haberdar olmayanla ile fiziki imkansızlıklar ,güçlü psikolojik ve
sosyokültürel engeller yüzünden bu yüce dinin hidayetiyle yeterince aydınlanamayanların sorumlu
tutulamayacağını söylemek lazımdır.ancak her iki gurubunda akli yeteneğini kullanmak ve fıtratında
bulunan inanç temayülünü geliştirmek suretiyle kainatın yaratıcısının mevcudiyetini benimsemesi gerekir.
6 | P age
Akli melekesi yerinde olduğu halde dini konulara ilgi göstermeyip inkara saplanan kişinin ise hiçbir
mazeretinin olamayacağı ve ebedi hüsranda kalacağı kabul edilmelidir.
FÂSIK
İlâhî emirlere itaatten ayrılıp âsî olan mümin veya kâfir anlamında kelâm ve fıkıh terimi.
Sözlükte "hurma ve benzeri şeyler için kabuğunu yırtıp çıkmak; belirli bir sınırı aşmak" anlamına gelen fısk veya
füsûk kökünden türemiş bir sıfat olan fâsık, değişik mezheplere mensup âlimlerce yapılmış farklı tarifleri
bulunmakla birlikte terim olarak "haktan sapan, Allah'ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mümin veya kâfir" diye
tanımlanabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de kök halinde yedi, çekimli fiil olarak on ve fâsık şeklinde de [ikisi tekil, diğerleri çoğul) otuz
yedi yerde geçmektedir. Bazı âyetlerde ya-hudiler. hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan söz edilirken çoğunun
fâsık olduğu bildirilir. Diğer bazı âyetlerde ise fısk ve füsük müminlere nisbet edilir. Âyetlerde belirtildiğine göre
Allah fâşıklardan razı olmaz, yaptıkları malî hayırları kabul etmez ve kendilerini hidayete erdirmez; onları dünyada
cezalandırdığı gibi ğhirette de cehenneme atar. Yine bir kısım âyetlerde müminin fâsıkla eşit tutulmayacağı.
Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin fâsık olduğu ve Kuranı fâsıkların inkâr ettiği bildirilir ki bunlar
kâfirler için verilmiş hükümlerdir. Bir grup âyette de leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilmiş,
vurularak öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarlarca parçalanmış hayvanların etinin yenmesi
ve fal okları ile kısmet aranması fısk olarak nitelendirilmiştir. Bu âyetleri tefsir eden âlimler Kur'an'da fışkın "inkâr
etmek (küfr), şirk dışındaki günahları İslemek, yalan söylemek, sövmek, lakap takmak, Hz. Peygamberin emrine
muhalefet etmek" gibi mânalara geldiğini belirtmişlerdir.
Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde ve sahabe sözlerinde de geçmektedir. Hz. Peygamber mümine sövmenin günah
(füsûk) olduğunu ve fıskla İtham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene döndüğünü söylemiş,
nimetlere şükretmeyen ve belâlara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla cehennemlik olduklarını,
deceâl Medine'ye girdiğinde bütün fâsık ve münafıkların onun yanında yer alacağını haber vermiştir. Ashaba nisbet
edilen bazı rivayetlerde onların Harûriyye'yi fâsık olarak niteledikleri, âlimlerin fâsık olması durumunda sosyal
dengenin bozulacağı ve fışkın çeşitli mertebelerinin bulunduğunu söyledikleri belirtilmektedir.
Kelâm ilminde fâsık terimine ilişkin tartışmalar 11. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar uzanır ve Özellikle dinî
statüleri açısından fâşıkların durumu "vaîdü'1-füs-sâk" başlığı altında incelenir. Fâsık kavramı etrafındaki
tartışmaların müslü-manlar arasında ihtilâfa konu teşkil eden ilk problemlerden olduğu kabul edilir.
Hasan-ı Basrî. bazı Selef âlimleri ve Bekriyye'ye göre fâsık münafıktır. Zira fâsık, azabı gerektiren günahlar
işlemek suretiyle Hz. Peygamber'i tasdik ettiğine dair verdiği sözde durmamıştır. Nitekim Resûl-i Ekrem yalan
söylemenin münafıklık alameti olduğunu belirtmiştir. Ancak Hasan-ı Bas-rî'nin daha sonra bu görüşünden döndüğü
söylenir.
İlk defa Mu'tezilenin kurucusu Vâsıl b. Atâ, büyük günah işleyen müminin iman çerçevesi dışına çıktığını, fakat
tasdik ve İkrar rükünlerini koruduğu için kâfir statüsüne girmeyip imanla küfür arasında yer alan fısk mertebesinde
bulunduğunu ileri sürmüş ve bu görüşünün müslümanların icmâına dayandığını savunmuştur. Ona göre büyük
günah işleyen kimse için Hasan-ı Basrî fâsık münafık, Haricîler fâsık kâfir. Mürcie fâsık mümin, Şia nimet küfrü
içinde bulunan fâsık demek suretiyle onun fâsık olduğu hususunda birleşmişlerdir. Buna göre âlimlerin ihtilâf
ettikleri hususlar bir yana bırakılıp ittifak noktalan ele alındığı takdirde büyük günah işleyenin fâsık kabul edilmesi
gerektiği ortaya çıkar. Vâsıl b. Atâ'nın bu görüşü ortaya koymasından sonra İslâm âlimleri fısk ve fâsık kavramları
üzerinde önemle durmaya başlamışlardır. Mutezile âlimleri fıskı genellikle zina etmek, içki içmek, kasten adam
Öldürmek, hırsızlık yapmak gibi dinin büyük günah saydığı fiilleri işlemekten ibaret kabul etmişler ve bunları
irtikâp edeni fâsık diye nitelemişlerdir. Mu'tezile'ye göre fâsıkın dinî durumunu "menzile beyne'l-menzile-teyn"
ilkesi belirler. Bu ilkeye göre bir kişi ya kâfir ya mümindir veya ne mümin ne de kâfir olup imanla küfür arasında
bir yerdedir: bu üçüncü durumda olan kimseye fâsık denir. Zira, -Allah küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin göstermiştir
mealindeki âyette belirtildiğine göre küfür fiilini işleyen kimse kâfirdir: bu âyette isyan küçük günahları ifade eder;
fısk da büyük günahı Karşılayan bir kavramdır. Şu halde fâsıklar imanın da küfrün de dışında kalan üçüncü bir
zümreyi teşkil eder. Bu sebeple fâsık mümin değildir; tövbe etmeden öldüğü takdirde âhirette kâfirlerle aynı
muameleye tâbi tutularak ebediyen cehennemde kalır. Fâsıklar âhirette şefaatten de faydalanamaz. Çünkü
Mutezile'nin görüşüne göre büyük günah işlemeyi alışkanlık haline getiren kimselere şefaat etmek mâkul değildir.
Mutezile'nin çoğunluğu fâsıkın mümin olmadığına dair pek çok delil İleri sürmüştür. Buna göre âyetlerde müminle
fâsıkın eşit olmadığı ve fâsıkların cehenneme gireceği, Allah'ın koyduğu sınırların dışına çıkanların cehenneme
atılacağı, dolayısıyla fâsıkların da bu sınırları aştığı fâsıkları da kapsamına alan mücrimlerin cehennem azabında
7 | P age
kalacakları bildirilerek fâsıklar vaîde konu teşkil etmişlerdir. Va'd âyetleri ise sadece müminleri kapsamına almış,
yaptıkları günahlar iyiliklerini yok ettiğinden fâsıkları kapsam dışında bırakmış ve sonuçta tövbe etmedikçe onların
affedilmeyeceğine işaret edilmiştir.Hadislerde zina. içki, hırsızlık gibi fiilleri işleyenlerin mümin olmadıkları açıkça
ifade edilmiştir. Fâsıkın mümin diye nitelendirilmesi bir bakıma onun kötülüğe teşvik edilmesi anlamına geldiği
gibi, ilâhî buyruklara itaat etmediğinden iyi hasletleri kalmayan fâsıkın âhirette mükâfat görmesi de akla uygun
değildir. Mutezileye göre halkının çoğu fâsıklardan oluşan ülke dâ-rü'l-fısktır, bu ülkede yaşayan müminlerin hicret
etmesi gerekir. İslâm dinine mensup olan bir fâsık mümin sayılmamakla birlikte nikâh, miras gibi dünyevî
hükümler bakımından mümin muamelesine tâbi tutulur.
Haricîler büyük günah işleyen herkesin fâsık, her fâsıkın da kâfir olduğunu ileri sürerler. "Artık bundan sonra kim
inkâr ederse işte onlar fâsıklardır""Münafıklar fâsıklardır"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar
kâfirlerdir... fâsıklardır mealindeki âyetlerde her fâsıkın kâfir olduğu bildirilmiştir.
Şîa'ya göre fâsık nefsânî arzularını tatmin amacıyla büyük günah işleyen kimsedir. Fâsık dinin emir ve yasaklarını
hafife alacak derecede günaha dalar, te'vil edilemeyecek şekilde fıskını izhar ederse kâfir olur.
Mürcie'ye göre büyük günah işleyen mümine mutlak mânada olmasa da fâsık denilebilir. İmanın mahiyeti tasdikten
ibaret olduğuna göre fâsık müminin imanı eksik değil tamdır.
Selefiyye âlimleri fısk ve fâsık terimlerini benzer şekillerde tarif etmekle birlikte farklı görüşler ileri sürenler de ol-
muştur. İbn Hazm fışkı müminin farzları terkedip kötü ameller işlemesi diye açıklamıştır. Aynı âlim imanın farklı
mânalar için kullanılan bir terim olduğunu düşünür. Buna göre küfrün zıddına da fışkın zıddına da iman denir.
Büyük günah işleyen kimse, amel mânasındaki imanın zıddı olan fıska düşmüş sayılır. Küçük günahlar ise fısk
kapsamına dahil değildir. Dolayısıyla fısk ile küfür farklı muhtevalara sahiptir. Şu halde fâsık büyük günah işleyen
mümine verilen isimdir. Fâsık olan mümin kâmil olmayan bir mümindir. İbn Hazm, Allah'a ve peygamberine karşı
çıkma maksadı taşımadan hatalı teviller yapanları ve ashaba sovenleri de fâsık kabul etmiştir Ebû Ya'lâ el-Ferrâ
"mümin fâsık" (el-fâ-sıku'l-millî) ifadesini kullanarak mutlak fâsık olan kâfiri müminden ayırmıştır. Ona göre
mümin olan fâsık iman esaslarını benimseyip dil ile ifade ettiği halde namaz dışındaki farzları terkeden, haramları
işleyen kimsedir ve imanı eksiktir. Zira amel imanın unsurlarından biridir. Böyle bir mümine dindar, muttaki,
muhlis gibi sıfatlar verilemez. Bunlara emir bi'1-ma'ruf ve nehiy ani'l-mün-ker ilkesinden hareketle öğüt verilmeli-
dir. Fâsık müminin muhalefeti icmâın teşekkülünde dikkate alınmaz
M. Reşîd Rızâ ise fıskı "yasaklanmış fiillerden birini yapmak suretiyle şeriatın koyduğu sınırların dışına çıkma"
şeklinde tarif etmiştir.
Eş'ariyye âlimlerinin fısk ve fâsık terimlerine ilişkin açıklamaları da az çok farklılık gösterir. Bâkıllânî'ye göre fısk
ilâhî emirlere isyan edip hak yoldan çıkmaktır. Fâsık ise sürekli fısk içinde kalan ve büyük cezaya müstahak olan
kişiyi ifade eder. Abdülkâhir el-Bağdâdî, günah (mâsiyet) çeşitlerinden biri olarak gösterdiği fışkı "büyük günah
işlemek veya mazereti bulunmaksızın farzları terketmek" diye tanımlamıştır. Fah-reddin er-Râziye göre fısk dinin
koyduğu sınırların dışına çıkmaktır. Bütün günahlar fışkın kapsamına dahildir. Fâsık, Allah'a itaat etmekten büyük
ölçüde çıkıp dinin sınırlarını aşan kimsedir. Râgıb el-İsfahânrye göre az veya çok olsun her günah fısktır. Fâsık ise
şeriatın hükümlerini benimseyip ikrar ettikten sonra bunların tamamını veya bir kısmını ihlâl eden kimsedir. Kâfire
de fâsık denilir. Teftâzânî ise fıskı "herhangi bir ilmî te'vile dayanmadan büyük günah işlemek veya küçük günah-
ları çokça yapmak" şeklinde tanımlayarak halifeye karşı isyan etmeyi fısk kapsamı dışında tutmuş, buna karşılık
Ehl-i sünnete muhalif olan ehl-i bidati fâsık hükmünde kabul etmiştir.
Mâtürîdiyye'ye gelince, Ebü Mansûr el-Mâtürîdiye göre fâsık kelimesi tıpkı fâcir gibi mutlak olarak kullanıldığı za-
man kâfir anlamına gelir. Bununla birlikte fısk verilen emrin dışına çıkmak demektir ve müminin de bazan ilâhî
emirlerin dışına çıkması mümkün olduğundan fâsık her zaman kâfirle eş anlamlı kabul edilmemelidir; zira büyük
günah işleyen mümin karşılığında da kullanılır. Ebü'1-Muîn en-Nesefî, Mâtürîdî'nin görüşlerine açıklık getirerek
fâsıkı "mutlak fâsık" ve "mümin fâsık" olarak iki kısma ayırmıştır. Mutlak fâsık ilâhî emirlere hiçbir noktada itaat
etmeyen ve her bakımdan âsi olan kimsedir ki buna kâfir denir. Mümin fâsık ise iman esaslarını tasdik ettiği halde
tembellik, gaflet ve şehvet sebebiyle ilâhî buyruklardan birine itaat etmeyen kişi olup sadece bir veya birkaç
noktada fısk içinde bulunur. Bu tür bir İtaatsizlik sahibinin imanını yok etmediğinden bu mânadaki fâsık mümindir.
Bir kısım Mâtürîdî âlimlerine göre icmâın oluşmasında fâsık müminin muhalefetine itibar edilir.
Fâsık ve fısk terimlerinin tarifleriyle kapsamları konusunda bazı farklı görüşler benimsemelerine rağmen hemen
8 | P age
bütün Ehl-i sünnet âlimleri ehl-i kıbleden olan fâsıkın mümin olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Sünnî âlimleri
bu görüşlerini naslarda şirk ve inkâr dışındaki günahların imanı yok ettiğinin bildirilmemesi, bazı âyetlerde fısk ile
eş anlamlı olan zulmü (günah) Allah'ın affedeceğinin açıklanması, fısk içinde mütalaa edilen günahları işleyen-
lerden mümin adının kaldırılmaması, müminlerin salih olan ve olmayan gruplarına ayrılması, ehl-i kıbleden olan
fâsıklara dünyevî işlerde müslüman muamelesi yapılıp mürted sayılmaması gibi delillere dayandırmışlardır. Sünnî
âlimlerine göre fâsık mümin işlediği günaha göre kısas, had, ta'zîr vb. cezalara çarptırılır. Tövbe etmeden öldüğü
takdirde durumu Allah'ın iradesine bağlı olup dilerse doğrudan doğruya veya şefaatçilerin şefaatiyle onu affeder,
dilerse cehennemde azaba uğrattıktan sonra cennete koyar.
Fâsık hakkında Hasan-ı Basrî. Mu'te-zile, Havâric, Şia ve Mürcie tarafından ileri sürülen görüşler Ehl-i sünnet
âlim-lerince naslara aykırı bulunup eleştirilmiştir. Bu âlimlere göre münafık aslında inanmadığı halde inanmış
görünen ve hiçbir zaman ilâhî rahmeti ummayan kimsedir, fâsık mümin ise affedileceği ümidini taşır. Bundan
dolayı fâsık mümini münafıkla bir tutmak isabetsizdir. Her münafık fâsık olmakla birlikte her fâsık münafık
değildir. Mu'tezile ile Hâ-ricîler'in bütün fâsıklann iman dairesinden çıktığını iddia etmeleri nasları yanlış
yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Zira her iki mezhebe mensup âlimlerin görüşlerine delil olarak getirdikleri
naslarda söz konusu edilen fâsıklar. Allah'ın gönderdiği kitaptan yüz çeviren ve diğer iman esaslannı inkâr eden
kimselerdir, bunların kâfir olduğunda ise şüphe yoktur. Dinî literatürde müminlere de zaman zaman fâsık
denilmesi, ilâhî buyruklara inanmamalarından dolayı değil onların bir kısmını yerine getirmemek suretiyle şeriatın
sınırları dışına çıkmış olmalarındandır. İlâhî emirler iman ve amel olmak üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de
uyan kâmil mümindir, ameli eksik olan ise fâsık mümindir. Zira fısk daha çok amelle ilgili bir kavramdır. Eğer bu
anlamdaki fâsık kâfir olsaydı onun dünyada mümin muamelesi görmemesi ve mürted kabul edilmesi gerekirdi.
Halbuki Hâricîler'in çoğunluğu ile Mu'tezile grupları bile fâsık mümine kâfir muamelesi uygulamamıştır. Nitekim
naslarda da insanın ya mümin veya kâfir olduğu bildirilmiş, bu ikisi dışında başka bir zümrenin bulunmadığına
işaret edilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki fâsıkların ceza ile tehdit edilmesi konusunda gevşek davranmanın
onları günah işlemeye teşvik ettiği yolundaki iddialar da naslara dayanmayan sübjektif değerlendirmelerdir. Sonuç
olarak her kâfir ve münafıkın fâsık olduğuna, fakat her fâsıkın kâfir ve münafık olmadığına, iman ettiği halde ilâhî
emirlere itaatsizlik gösteren fâsıkın mümin kabul edilmesi gerektiğine dair görüş naslara daha uygun
görünmektedir.
İslâm hukukunda fısk, adalet vasfının karşıtı bir terim olarak kelâm ilmindekine benzer bir yaklaşımla kişinin bü-
yük günahları işlemesi, küçük günahları işlemekte ısrar etmesi veya farzları terketmesi, haramları işlemesi ve kötü
davranışlarının iyi davranışlarından daha çok olması şeklinde zahirî bir vasıf olarak anlaşılır. İslâm hukukunda fısk
tek başına bir ehliyetsizlik sebebi görülmemekle birlikte gerek kamu hukukuna gerekse özel hukuka ilişkin bazı
konularda fâsıkın hak ve yetkilerinin belli ölçüde kısıtlanıp kısıtlanmayacağı tartışılmıştır. Kelâm ve fıkıh
literatüründe fâsıkla ilgili Önemli tartışmalardan biri de onun devlet başkanlığı görevine getirilmesinin veya göreve
devamının caiz olup olmadığı meselesidir. Kelâmcıların ve fakihlerin genel görüşü devlet başkanında adalet
vasfının bulunmasının şart olduğu, fâsıkın kamu velayet hakkı bulunmaması sebebiyle bu görevi üstlenemeyeceği
yönünde ise de fâsıkın namazda imametinin ve ordu kumandanlığının caiz oluşuna kıyasen devlet başkanlığının da
caiz olacağı, zaruret halinde caiz görülebileceği veya başka ehil kimse bulunamazsa fâsıklar içinde en ehveninin
devlet başkanı olabileceği şeklinde farklı görüşler de mevcuttur.
Ehl-i sünnet âlimlerinin ve fakihlerin çoğunluğu fâsık olan devlet başkanının azledilmesinin gerekmediği, icraatının
geçerli olup arkasında cuma ve bayram namazlarının kılınabileceği, ancak onun apaçık küfür sayılan ve dini inkâr
mânası taşıyan söz ve davranışlarda bulunması halinde azledilmesinin gerekeceği görüşündedir. Şüphe yok ki bu
görüşte, ilk dönemlerden itibaren müslümanlar arasında süregelen siyasî iktidar kavgalarının ve meşruiyet
tartışmalarının ümmet içinde derin yaralara yol açmış olmasını göz önünde bulunduran fakihlerin, ayrılık ve
çekişmeyi doktrin bazında olsun Önleyebilmeye ve toplumsal birlik huzur ve düzeni korumaya öncelik vermiş
olmasının önemli ölçüde payı vardır.
Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî fakihlerine göre fâsık velayet hakkını kaybeder, kadı olarak tayin edilemez. Hanefılere
göre ise fâsık ihtiyaç dolayısıyla kadı tayin edilmişse verdiği kararlar geçerli olur, ancak böylesinin kadılığa
getirilmemesi daha uygundur. Şahitlikte, başkasının hakkına ilişkin bir olaya veya bilgiye kişinin duyu organları
vasıtasıyla muttali olması (tahammül) safhası ile bunu mahkeme huzurunda açıklaması (eda) safhası mahiyet ve
sonuçlan itibariyle farklılık arzeder. Bu sebeple fâsıkın tahammül yönüyle şahitliğinin geçerliliği fakihler arasında
tartışmalı iken edâ safhasındaki şahitliğinin geçerli olmadığı hususunda hemen hemen görüş birliği vardır. Şahidin
hangi tür söz ve davranışlarının onun adi sıfatını kaldıran türde bir fısk sayılacağı konusunda ise çok farklı ölçü ve
görüşlere rastlanır. Hanefîler'in nikâh akdinde fâsıkın şahitliğini geçerli saymaları bunu sadece tahammül şahitliği
çerçevesinde görmeleriyle açıklanabilir. Yine de Hanefîler'in. fâsıkın edâ safhasındaki şahitliği konusunda daha
9 | P age
müsamahakâr düşündükleri söylenebilir. Nitekim Ebû Yûsuf'un, insanlar nez-dinde itibarını yitirmemiş fâsıkın
şahitliğinin kabul edileceğini söylerken şahidin doğru sözlülüğünü doğrudan etkilemeyecek fısk hallerini ayrı bir
grupta mütalaa ettiği görülür. Haneffler, kazf haddi cezasına çarptırılan fâsıkın tövbe etse bile şahitliğinin geçerli
olmadığına hükmederken Şâfıî, Mâlikf ve Hanbelî fakihleri böyle bir fâsıkın şahitliğini geçerli saymışlardır.
Fâsık ahvâl-i şahsiyye alanında kendi haklarını kullanırken, fıskı sebebiyle ehliyetinde herhangi bir kısıtlamaya mâ-
ruz bırakılmamakla birlikte, onun bu durumundan üçüncü şahısların haklarının doğrudan etkilenebileceği alanlarda
birtakım kısıtlamaların getirildiği görülür. Meselâ fakihlerin çoğunluğu fâsıkın ehliyetsizler üzerindeki velayetini
geçerli görürken Şafiî ve Hanbelîler genelde aksi görüştedirler. Buna karşılık fâsıkın mal üzerindeki velayetinin
geçerliliğinde önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu velayette kişinin fısktan çok sefeh ve hıyanetten uzak
olması önem arzeder. İslâm hukukçuları, evlilikte kadının lehine olmak üzere gözetilmesi gereken denkliğin
dindarlık açısından da aranacağı, bu yüzden fâsık erkeğin dindar kadına denk olamayacağı görüşündedir.
Hanefîlerden İmam Muhammed'e göre ise fısk çok alenî ve yaygın olmadıkça eşler arası denkliğe engel teşkil
etmez. Fâsıka aile hukuku alanında vesayet, hidâne gibi hak ve sorumlulukların yüklenmeyeceği şeklindeki
görüşler de ilgili şahısların, meselâ küçük ve yetimlerin haklarının korunmasını amaçlar. İslâm hukukçuları, bu
konularda mutlak anlamda fıskı değil bu hak ve sorumluluğun amacına ters düşen türden fıskı engel görerek
hâkime bu alanda takdir yetkisinin verilmesinden vanadırlar. Mâlikî ve Hanbelî fakihleri bazı kötü sonuçların
doğmasını önlemek amacıyla fâsık lehine vasiyet ve vakıf gibi tek taraflı kazandırıcı işlemleri de doğru bulmazlar.
Bu gibi konularda İslâm hukukçularının, genellikle kişinin dışa akseden ve fısk kapsamında görülen söz ve
davranışlarını yani zahirî fıskını ölçü almaya çalıştıkları görülür. Yine de fıskın çeşitli açılardan izafî, sübjektif ve
takdirî bir karakter taşıdığı, bu sebeple de fıkıh alanında öngörülen bu tür kısırlamaların hukukî olmaktan çok ahlâ-
kî hüküm ve tedbirler grubunda mütalaa edilmesi gerektiği söylenebilir.
CEHENNEM
Cehennemin İsimleri
Kur'ân-ı Kerîm'in 77 âyetinde yer alan cehennem, herhangi bir sözlük anlamı taşımaktan çok
kâfirlerin, münafıkların, zalimlerin, gerçeğe boyun eğmeyenlerin azap görecekleri yer olarak tasvir edilir.
Nitekim söz konusu âyetlerin bir çoğunda cehennem "mesvâ, me'vâ" (mekân) kelimeleri veya "azâbü
cehennem, nârü cehennem" terkipleriyle kullanılmıştır. Kur'an'da, kötülerin âhiret hayatında
cezalandırılacakları yeri ifade eden başka kavramlar da mevcuttur. Cehennem kelimesi veya terkipler
bütünüyle cehennemin adı olmayıp amellerine göre cehennemliklere azap edilecek tabakaları veya azap
çeşitlerini gösterir. Meselâ "cehennem ateşi" anlamında geçen nâr kelimesi, cehennem azabının çeşitli
şekillerinden sadece yakıcı olanını ifade eder. Lezâ, saîr, hutame gibi diğer kelimeler de nârın yakıcılığını
tasvir etmektedir.
Cehennem kelimesinin geçtiği 77 âyetin 51’i Mekkî, 26’sı Medenî sûreler içinde yer alır. Bundan
dolayı bazı yabancı araştırmacıların ileri sürdüğü gibi, Hz. Peygamber'in âhiret azabını ifade etmek üzere
önceleri açık bir kanaate sahip değilken daha sonra Habeşli hristiyan danışmanlarından faydalanarak
kararlı bir şekilde cehennem kelimesini kullanmış olması söz konusu değildir. Cehennem birçok hadiste
de Kur'ân-ı Kerim'deki kullanımına paralel olarak yer almıştır.
İslâm literatüründe genel anlamda cehennemi, azap türlerini veya onun bölümlerinden birini ifade etmek
üzere çeşitli kelimeler kullanılmıştır. Muhtemelen cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden âyet
sebebiyle bunlardan yedisi özellikle önem kazanmıştır.
1- Cehennem: Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır.
Sünnî âlimlere göre burası günahkâr müminlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra ise
boş kalacaktır. Bu durumda cehennem genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün, özel olarak da en
üst tabakasının adı olmaktadır.
2- Cahîm: "Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş" anlamında olup 26 âyette ve bazı hadislerde
geçer. Kur'an'da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de "tutuşturulan yakıcı ateş" anlamında
kullanılmıştır.
3- Hâviye: "Yukarıdan aşağıya düşmek" anlamındaki hüviy kökünden isim olan hâviye "uçurum, derin
çukur" mânasına gelir. Kur'an'da sadece bir yerde zikredilmiş ve aynı yerde "harareti yüksek ateş" diye de
10 | P age
Description:Hıristiyanlık'ta iman esaslarıyla ilgili en eski çalışmayı "havarilerin inanç esasları" teşkil .. Bir grup âyette de leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilmiş, .. ateşten lâleler ve zincirler, ateşten elbiselerle cezalandırılacaktır.