Table Of ContentKARGIN OCAKLI BOYU İLE İLGİLİ
YENİ
BELGELER
Prof. Dr.Alemdar YALÇIN
Uzman Hacı YILMAZ
ÖZET
Bu yazımızda Malatya’da Dede Kargın ocaklı boyu’nın soy şeceresi ve bu şecerenin bağlantıları hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Makalede yaklaşık otuz belgenin (en eskisi 1499) tercümesi ve bazı belgelerin metnini bulacaksınız. Ayrıca Kargın aşireti hakkında geniş bir
inceleme yapılmış olup, bu boyun o zaman ki görevleri ve devletle olan ilişkileri belgelere dayalı olarak ele alınmıştır. Oymakların görev ve
fonksiyonları hakkında da yine ayrı bir bölüm oluşturulmuştur. Bu yazıda, Anadolu’ya gelen ve değişik yörelere yerleşen oymak ve boyların
bu yerleşimlerinin tesadüflere göre değil, her birinin bir görev ve sosyal bir örgütlenmenin bir parçasını oluşturacak şekilde yapıldığı
görülecektir.
ABSTRACT
This paper is about the pedigree the Dede Kargın order-clan in Malatya and the
links of this pedigree. The paper is composed of approximately thirty translated
documents (the oldest one dates back to 1581) translated and the texts of some
documents. A detailed analysis about the functions of the Kargın tribe and their
relations with the state was made, on the basis of documents. Also, a part was composed
for the functions and duties of the tribes. It is claimed that the settlements of the tribes
and clans in various parts of Anatolia were not coincidental. They settled to take part in
a social organisation, to employ certain functions.
SUNUŞ
“Ne zaman bağışlanma dileğinin kapıları açılsa
bir güneş doğar ve mavi bir yıldız parlar.”
(Dede Kargın Belgelerinden)
a. Kargın Belgelerine Girmeden Önce Ocaklarla ilgili Bazı Yeni Bilgiler:
Anadolu’da ocaklar, şimdiye kadar sadece inanca dayalı bazı fonksiyonları olan kurumlar
olarak kabul ediliyordu. Şimdiye kadar bu kurumlar, bazı yabancı bilim adamlarının Anadolu gezisi
sırasında görüp inceledikleri çok yönlü olarak değerlendiremedikleri sistematik olmayan
gözlemlerden ibaret kalıyordu. Bu son derece karmaşık ve çok yönlü konuya çağımızın
özenle vurgulanan bir mantığı ile ele almak gerekir. Buna “holistic” bakış açısı denilmektedir.
Yani, bir parçayı bağlı olduğu bütünü anlamaya çalışarak görmektir. Elbette en az bin yıllık somut
belgelere dayanan ocakların geniş bir coğrafya içindeki dağılımını holistic bir bakışla değerlendirmek
son derece zor, zahmetli ve masraflı bir iştir. Bu iş de ülkemizin kültür kurumlarının desteği ve
başbakanlığımızın yardımları ile araştırma merkezimize nasip oldu.
İlk defa Araştırma Merkezimiz, 1998 yılında Erenlerin İzinden adlı belgesel film (Anadolu’da 13. yy da
Türk Hümanizminin Kaynakları ve Hacı Bektaş Veli) üzerine çalışma yaparken Kazakistan, Özbekistan,
Türkmenistan ve İran üzerinden Doğu Anadolu’ya doğru yatırlar, oymaklar ve ocaklar üzerinde bilim
tarihimizde ilk defa kapsamlı ve masraflı derlemelerde bulundu. Toplam yaklaşık 300 saatlik 240
kaset profesyonel görüntü derleyerek bütünü görme fırsatı yakaladı. Ocakların bu araştırmalardan
sonra yalnızca inanca dayalı örgütlenmeler olmadığını, aynı zamanda sosyal, kültürel, ekonomik
olduğu gibi Anadolu’da güvenlik açısından da stratejik öneme sahip kurumlar oldukları ortaya çıktı.
Ocaklarla ilgili olarak yanlış bir algılama da; Anadolu’ya geliş ve yerleşmelerinin tesadüfe dayalı
olduğunun sanılmasıdır. Film projesinin basında çok geniş olarak yer alması ve TRT 2’de
yayınlanmasından sonra, araştırma merkezimize halen ocak mensuplarının ellerinde bulunan bir çok
belge gelmeye başladı.
Bunlardan ilki ve en önemlisi, Şeyh Hasan Ocağı’na ait belgelerdi. Bu belgeler ocakların Anadolu’da
tesadüfen yerleşmiş unsurlar olmadığını, aksine son derece planlı, sistemli bir yerleşim olduğunu
ortaya çıkardı. Ocakların veya ocaklı boyların yılın belirli dönemlerinde bir araya gelerek toplanan ve
daha sonra Anadolu’nun bir çok bölgesine dağılan ve özellikle kırsal alanlarda belirli sosyal görevler
üstlenmiş topluluklar olduğu belgelenmiş oldu. İlerde üzerinde detaylı olarak duracağımız
gibi ocakları yalnızca bugün antropolojik ve etnolojik bir unsur olarak değerlendirip, tarihsel zemini
ve boyutunu araştırmadan yorum yapanların büyük bir yanılgı içinde oldukları, ocakların özelliklerini
ve işlevlerini anlamak yerine aksine anlaşılmaz bir bulanıklığa sürükledi görülmeye başladı.
Şeyh Hasan Ocağı ile ilgili olarak bize gelen belgelerin, Seyyitlik kavramının da mantıkî açıklamasını
yapan ilk belgeler olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman televizyonlarda ve kamuoyu önünde yapılan
tartışmalarda, Seyyitlerin hem Arap, hem de seyyit soylu, aynı zamanda Türk olduklarını söylemeleri
ciddi bir çelişki yaratıyordu. Bilgi eksikliğine dayanan bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir.
Oysa ocakların şu ana kadar elimize geçen şecereleri, berat ve icazetleri göstermektedir ki, Horasan
üzerinden Anadolu’ya gelen seyyitlik kurumu, Emevî ve Abbasi döneminde sıkı takip altında bulunan,
Hz. Hüseyin soyundan gelen ve Ehl-i Beyt olarak kabul edilen, kadın veya erkekleri himaye eden
Türkmen oymaklarının, kız alıp kız vermesi yoluyla oluşmuştur.
Dergimizde özellikle Türklerin Müslümanlığı kabul ettikleri tarih ve yerlerle ilgili olarak yaptığımız ve
yayınladığımız bütün belgeler, Türklerin Hz. Ali soyundan gelen aileleri sürekli koruma altına aldıkları,
onlarla işbirliği içinde olduklarını göstermektedir. En eski belgelerimiz arasında yer alan Dede
Korkut’ta giriş bölümündeki kutsallık sıralaması içinde:
“Ağız açıp öğer olsam üstümüzde Tanrı görklü; Muhammedün sağ yanında namaz kılan
Ebubekir Sıddık görklü; ahir sıpara başıdır Amme görklü; hecesinden düz okunsa Yasin görklü; kılıç
çaldı din açtı, Şah-ı Merdan Ali Görklü; Alinün oğulları, peygamber nevaleleri Kerbela Yazısında
Yezidiler elinde şehid oldu, Hasan ile Hüseyin iki kardaş bile görklü” (Gökyay: 1973, 2) şeklinde yer
alan değerlendirmelerle, bazı hikayelerin sonundaki:
“Kâdir Tanrı Beyreğe rahmet kılsun. Sır-ı Merdan Hazret-i Alinün elinden şaraben tahura, içmek Huda
erzanı kılsun.” (Gökyay 1973,152)
tarzındaki dualar göçer evli türkmenlerin ve Oğuzların Hz. Ali ve onun soyuna duyduğu
saygıyı gösterir.
Yerleşik kültürün en önemli belgelerinden biri olan Kutadgu Bilig’de Hz. Ali soyundan
gelenlerle ilişkiler konusunda devlet başkanına verilen öğütlerde, onların sözünün dinlenmesi ve
saygı gösterilmesi gerektiğini belirten bölüm, ( Arat: 1983, 346 ) gelenekte sünnî olduğu kabul edilen
Selçuklu Sultanlarından Sultan Sencer’in rüyasında gördüğü yeri Hz. Ali’nin kemiklerinin kaçırılarak
gömüldüğü yer olarak algılayıp, bugünkü Mezar-ı Şerif’teki ziyaretgahı yaptırması da göstermektedir
ki, 9., 10., 11. yüzyıldan başlayarak Müslümanlığı kabul eden Türklerin Hz. Ali ve onun soyuna karşı
derin bir saygı duydukları kesinlik kazanmaktadır. Bu konuda tarihsel ve fgolklorik bir çok örnek
verilebilir, ancak bizim amacımız olayın bu boyutunu ortaya koymak değildir. Burada ocakların
oluşmasına sebep olan seyyitlerle Türk toplulukları arasında ilişkinin kaynaklarını ortaya koymak
içindir. Dönemin yoğun siyasi çatışmalarının inanç kisvesine bürünerek sürdürüldüğü bir ortamda
Türkler peygaber soyuna derin bir saygı göstermiş, koruma altına almış, özellikle beyler onlarla kız
alıp vererek akrabalık ilişkisi kurmuşlardır.
Bu durum sadece Şeyh Hasan Ocağının belgeleriyle kanıtlanmamış, aynı zamanda
Anadolu’daki büyük ocaklardan biri olan Ali Abbas Ocağı’nın Şeyh Şücaattin Veli Ocağı’nın, Seyyid
Garib Musa Sultan’ın, Seyyid Ali Turabî ve bir çok Horasan ereninin bu yolla Ehl-i Beytle
akrabalıklarının olduğu ve kendilerini bilgi ve düşüncelerini yaymak üzere topluma adadıkları
anlaşılmaktadır.
Dergimizin bu sayısında yayınlayacağımız Dede Kargı Belgeleri de Ocaklarla ilgili bir çok
bilinmeyeni gün ışına çıkarmaktadır. Dede Kargın Ocağı’nın belgelerinin en önemli özelliklerinden biri
de, ocakların Anadolu’daki bir başka örgütlenmeyi üstlendiklerini gün ışığına çıkarmasıdır. Bir çok
bakımdan olduğu gibi yalnızca bu bakımdan bile Dede Kargın Ocağı belgelerinin, tarihimizin
Anadolu’da geçen dönemiyle ilgili şimdiye kadar karanlıkta kalan hususları aydınlatması
bakımından ayrı bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu da Horasan Erenleri’nin özellikle bir ocağın
temsilcisi olarak kabul edilenlerin Anadolu’da kentleri birbirine bağlayan kervan yollarının en stratejik
yerlerine bilerek ve isteyerek yerleştiklerini böylece :
Anadolu’nun kırsal alanlarındaki ocakların yılda iki defa bu erenlerin huzurunda veya makam
mezarlarının başında toplandıkları, bu kırsal bölgelerdeki ocaklar sayesinde eşkıyalık, talan ve yol
kesme gibi olayların önlendiği, yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle sürtüşmeye
meydan vermeksizin kullanılması, obalar arasındaki ihtilafların kadı veya adlî mercilere gidilmeden
çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda ocak mensubu oymakların üretimlerinin
belirli bir miktarını da ocağa bırakmaları, bu sosyal örgütlenmenin en önemli belgeleri arasında yer
almaktadır. Bu sistemli örgütlenmenin Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat’a kadar beylikler
vasıtasıyla yapıldığı bilinmektedir. Alaadin Kuykubat döneminde verilen belgelerden anlaşıldığına
göre bu dönemde sistemli bir yerleşimin yapıldığı Osmanlı döneminde ise 16. yüzyıla kadar bu
sistemin titizlikle sürdürüldüğü kadı siccilleri, tahrir defterleri, mahkeme kararları ve padişah
fermanlarından anlaşılmaktadır.
Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasına yakın dönemlerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve yoğun eşkıyalık
dolayısıyla ticaretin yok olması, insanların şehirlerde adeta yarı hapis hayatı yaşamaları, Anadolu’nun
güvenliğinin sağlanmasında kırsal alanların kontrolünün önemini göstermektedir. Yapılan bu durum
tespiti sonunda devlet adamlarının kırsal alan organizasyonlarına özel bir önem verdikleri
görülmektedir. Anadolu’da kırsal alanda ortaya çıkan otorite boşluğunun yarattığı ortamın nasıl
büyük bir yoksullaşmaya ve iç karışıklıklara sebep olduğuna dair, Bizans İmparatorluğu tarihleri
okunduğu zaman sayısız örnek bulunacaktır. (Ostrgoski:1981, 195-207)
Ocakların sosyal fonksiyonları yalnızca yukarda saydığımız toplantılar değildir. Bugün de halen
birçok bölgede yapılan bu toplantıların en önemli işlevlerinden biri de sosyal yardımlaşmaydı.
Toplanan malın ocak merkezindeki dağıtımı ise, beş parçaya bölünerek yapılmaktadır. Bunlardan birisi
yolcular ve misafirler için yapılan harcamalar ki, ocak deyiminin kullanılmasının sebebi ateşin hiç
sönmemesi ve üzerinde sürekli lokma adı verilen kutsal ocak yemeğinin pişmesidir. (Burada ocağın
zerdüşt ve mecusi ateşinden tamamen ayrı bir anlama geldiğini ve birbirine karıştırılmasının yanlış
yargıları doğurduğuna önemle dikkat çekmek isteriz.)
Anadolu’da yakın zamana kadar ister alevi ister sunni olsun bütün köylerde köyün ortak işleri için
“Salma Salmak”, “Hak Toplamak” ya da “Serpmek” adıyla ortak bir bütçe oluşturulduğu ve bir çok işin
imece usulüyle yapıldığı bilinmektedir. Ocaklara bırakılan “hak”ın kaynağı hiç kuşkusuz halkın
kendiliğinden geliştirdiği bu sosyal örgütlenmedir.
Toplanan hak’ın beşe bölünürek kullanıldığı ikinci alan, gönlü kazanılmak istenilen insanlara
yardımdı. Üçüncüsü, dul ve yetimlere, dördüncüsü sefer sırasında savaşa katılanlara, beşincisi
gerektiği zaman at, eşek ve beygir gibi nakil hayvanlarının beslenerek hazır tutulmasına
kullanılıyordu.
Dergimizde yayınladığımız ve okuyucularımızın titizlikle izlediğine emin
olduğumuz Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşıldığına göre, ocakların bir kısmı çevresindeki
arazi ve köylerle birlikte “Müstesna Vakıf” kabul edilmiş ve korunmuştur. Müstesna vakıflar,
her türlü vergiden muaf oldukları gibi yaptıkları sosyal işlevlere bağlı olarak devletten
yardım da alıyorlardı. Böylece Anadolu’da büyük kentlerin yakınlarında ve kentin stratejik
bölgelerinde -ki bu genellikle yüksek dağ yamaçlarında olurdu- söylediğimiz gibi kentin
güvenliğini ve kervan yollarının korunması görevini üstleniyordu. Bilindiği gibi ocakların
bulunduğu topraklar, “Koruk” yani koruma altına alınmış alan ilan ediliyor ve bu bölgede
avlanmak, toprakları kullanmak, işleyerek üretim yapmak, sadece o ocağın dergâhının iznine
bağlı oluyordu. Bununla ilgili elimizde sayısız belge bulunmaktadır. Dede Karkın ocağı da
yayınlayacağımız belgelerden anlaşılacağı tüm ülkede aşağıtda sıralayacağımız görevleri
üstlenmişlerdir.
Ocaklar menzil görevi üstleniyorlar ve bu menziller Anadolu’daki posta örgütlenmesi olan “Posta
Tatarlığı” sisteminin önemli bir unsuru oluyordu. Ortalama her 40 km. de bir kurulmuş olan menziller,
özellikle hızlı haberleşebilmek için önceleri at, sonraları ise (18.yy ortalarından sonra) posta
arabalarının uğrak yerleriydi. Buralarda Posta Tatarları (postacı) atlarını değiştirip, diğer ihtiyaçlarını
karşılıyorlar ve yollarına devam ediyorlardı. Bazı menziller büyük ve “Tatar Ağalığı” denilen
merkezlerdi ve buralarda posta görevlilerinin denetçisi ve yöneticisi bulunurdu. Dede Kargın
Ocağı’nın elimize geçen belgelerinden birisi, bu Ocağın aynı zamanda posta menzili görevini yaptığını
bu amaçla “menzil beygirleri” beslediklerini göstermektedir.(Bkz. Vesika 1 Ferman) Ferman menzilin
görevini sürdürmesi sırasında bir yetki kargaşasını düzenlemeye yönelik olarak hazırlanmıştır.
Ocaklardan bir kısmı meslek erbabı ve bir mesleği babadan oğula devrederek yürüten
oymaklardı. Bunlar içerisinde Tahtacılar, Demirciler, Kuyumcular, Keçeciler, Dericiler vb. önemli bir
yer tutmaktadır. Bu gün oymakları arasında bağlantı kesilmiş olmasına rağmen, Selçuklu ve Osmanlı
döneminde Anadolu’da demir üreten Demirhanlar, Polatlar ve Demirciler ortak bir ocağın
temsilcileriydi. İç Anadolu Bölgesi’ndeki Kuyumcular, Toroslardaki ve Kaz Dağlarındaki Ağaç Erleri
Anadolu’da üretilen hammaddenin işlenmesinde çok önemli bir fonksiyonu yerine getiriyorlardı. Ağaç
Erleri aynı zamanda ormanların korunması ve sağlıklı kullanılmasından sorumluydular. Avcılıkla
geçinen bazı kollar ki Anadolu’da Geyikli Baba, Bozgeyikli adlarıyla anılan Horasan Erenlerinin bir çoğu
avcıların hayvan katliamını önleyen av hayatını düzenleyen görevler yüklenmişlerdi. Osmanlı tahrir
defterleri incelendiği zaman bu ocakların babadan oğula görevleri devrettiklerini görüyoruz. Dede
Karkınla ilgili belgelerde de Karkın Ocağı’nın özellikle “Develi Karkın “kolu Elazığ, Maltya ve Çorum
dolaylarında kömür üretme ve kömür taşıma görevini sürdürüyordu.(Bkz. Vesika 9) Elimizde belge
bulunmamasına rağmen Anadolu’daki diğer bölgelerde de benzer işlerin Karkın Oymağı’nın Develi
Karkın kolu tarafından yürütülmüş olması güçlü bir ihtimal olarak görülmektedir. Çünkü bu yazının
yayına hazırlandığı günlerde Erzincan, Çayırlı ilçesinde gelen belgelerde Erzincan yöresinde de posta
menzili görevi ile kömürkeşlik görevinin Kargın boyuna verildiğine dair önemli bilgiler gelmiştir. Bu
belgeleri önümüzdeki sayımızda ayrıca yayınlayacağız.
Ocaklar el ele, el Hakk’a ilkesiyle birbirlerine sıra ve saygı çizgisinde bağlıydılar. Bu bağlılıkta
hemen anlaşılacağı gibi herhangi bir yetki tartışması ve sürtüşmesine yer vermeyecek bir uzlaşma söz
konusuydu. Bu konuda ilk ciddi araştırmayı yapan Baha Said Bey tarafından hazırlanmış olan
“Türkiye’de Alevi Zümreleri” isimli makalede şu önemli tespite yer verilmektedir:
“Ocakların bir başka ocağa üstünlükleri vardı. Kimilerinin nefesleri güçlü olabilirdi. Buna göre saygıya
ve seçkinliğe layıktır. Örneğin Ankara’da Karaşar, Çorum’da Dede Kargın, İzmir’de Narlıdere,
Antalya’da Abdal Musa, ... Ayntab Ocakları ...özel önem taşırlar.” (Baha Said, Sayı 22)
Ocakların tümünün şehirlerden çok köylere yerleşmiş olması ve aralarında bağlantı bulunması
sebebiyle 16. yy’a kadar çok güçlü bir kırsal alan sosyal örgütlenmesini oluşturduklarını görüyoruz.
Sadece elimizdeki belgelerde değil, aynı zamanda Osmanlı toprak düzenini araştıran ve inceleyen
bütün bilim adamlarının başvurdukları belgelerde Boy, oymak ve aşiretlerin toprakların
kullanımına bağlı olarak birbirlerine bağlandıklarını ve bu bağlılığın 16. yüzyılın sonrxlarına kadar
büyük bir titizlikle takip edildiği görülmektedir.
Araştırma Merkezimiz, bu ocakların Anadolu ve Balkanlardaki dağılım yerleri ve birbirleriyle
ilişkilerini ortaya koyarak, ocakların fonksiyonlarını somut bir şekilde ortaya çıkarmayı temel
amaçlarından biri olarak görmektedir. Çünkü hacı Bektaş veli ve onun
düşüncelerine bağlı yearleşik veya göçer toplulukların sosyal ve kültürel yapılarının anlaşılması bu
bağlantıların ortaya konulabilmesi ile tam olarak anlaşılabilecektir.
Kargın Ocağı, Anadolu’daki ocaklar arasında, belgeleri günümüze kadar gelmiş en önemli en eski
ocaklardan biridir. Dergide yayınladığımız bilgiler de bugüne kadar elimize geçen bir “Ocaklı boya”
ait şu ana kadar ki en eski belge özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla bu ocağın Anadolu’ya
yerleşiminin tam olarak anlaşılması, Anadolu’nun tarihiyle ilgili bir çok yeni bilgiyi açığa
çıkaracaktır.
Ancak yaptığımız çalışmalar sırasında başvurduğumuz kaynakların tamamında Kargın Ocağı ile ilgili
bilgilerin yok denecek kadar az olması, sadece Ebu’l Vefa ve Baba İlyas’a ait bilgilerin arasına sıkışmış
bir bilgi olarak günümüze kadar gelmiş olması oldukça şaşırtıcıdır.
Dergimizin bu sayısında yayınlayacağımız belgeler, bize Dede Kargın Ocağı’nın son temsilcilerinden
olan Ahmet Rıza Kargın tarafından getirilmiştir. Belgeler yangın, rutûbet ve iyi korunamama
sebebiyle okunamaz durumdaydı. Araştırma Merkezimiz, bu belgeleri, Kültür Bakanlığımızın
desteğiyle Ankara Üniversitesi, Başkent Meslek Yüksek Okuluna bağlı Restorasyon ve Konservasyon
Bölümünde, 4. 750.000.000 TL. ödeyerek tamir ettirdi. Daha sonra 22 Aralık 2001 tarihinde
Atatürk’ün Hacı Bektaş ilçesi’ne gelişinin yıldönümü nedeniyle yapılan etkinliklerde düzenlenen
sergide kamuoyuna sundu.
Dergimizin önceki sayılarında bu konu ile ilgili açıklayıcı bilgilere yer verdik. Belgelerin en eskisi 1499
tarihli icazetname , en yenisi 1914 tarihli dilekçedir. İçlerinde fermanlar, dilekçeler, mahkeme ilan
yazıları, icazetler, senetler, temessük kayıtları, berat vs. bulunmaktadır. Belgelerin tarihi değeri çok
önemlidir. Çünkü âdeta 1499’dan günümüze kadar Sivas, Malatya ve civarlarında geçen bir çok olay,
yaşayan bir çok insan ve bölgedeki yer isimleriyle bu yerlerin özellikleri hakkında bizlere bilgi
aktarmaktadır. Belgeleri daha önce yaptığımız gibi herhangi bir yoruma girmeden aktaracağız. Ancak
belgelerin tarihimiz açısından öneminin anlaşılması için okuyucularımızın bazı tamamlayıcı
bilgilere gereksinmesi olduğu açıktır. Elimizdeki belgeler, Malatya civarından gelmiştir. Dede
Karkın’la ilgili olarak ayrıca Gaziantep’, Mersin, Adana’dan çıkmış belgeler bulunmaktadır. Yukarda
belirttiğimiz bu yazı yayına hazırlandığı sırada Erzincan Çayırlı’dan da iki padişah fermanı gelmiştir. Şu
anda restorasyonu yapılmakta olan bu iki belge ile birlikte Kargın Boyunun şimdiye kadar ihmal
edilmiş çok önemli bir boy olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Çorum, Tokat,
G. Antep, Diyarbakır ve Halep’ten bu ocağa ait belge veya bir çok belgenin çıkması muhtemel
görülmektedir.
b Dede Kargın Ocağına ve Tarihine Ait Bazı Tamamlayıcı Bilgiler:
Kargın Ocaklı Boyunu anlatmadan önce Kargın kelimesinin Türkçe’de anlamları üzerinde
duralım. Türkçe’de bir çok kaynakta çok değişik fakat anlamca birbirine yakın ifadeler bulunmaktadır.
Bunları kendi içinde tasnif ederek ele almamız gerekmektedir. Taradığımız sözlükleri ve ilgili sayfa
numaralarını kaynakça kısmında bulacaksınız.Yaptığımız araştırmalar sırasında Kargın kelimesinin dört
ayrı anlam grubu içinde yer aldığı görülmektedir:
ı. Yer ismi olarak Kargın:
Kargın kelimesi yaygın olarak Anadolu’da birçok bölgede; eriyen karların oluşturduğu gür ve bol
suyun tatlı bir meyilden, taşlar üzerinden sekerek akmasına verilen addır. Nitekim Anadolu’daki bir
çok Kargın, Korhun, Korkun, Karkın, Garkın adlarının geçtiği köylerin yakınlarında bu tarz akarsunun
bulunduğu görülür. “Kargın, karkın, korgun, ve korhun, karkin, karkine” Anadolu’da değişik yörelerin
ağızlarında aynı kelimenin şîve değişiklikleriyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Tarlanın sudan çamur
haline gelmesi, üstü kuru gibi görünüp altı bataklık olan yer, dereler çekildikten sonra kalan toprak ve
malın çokluğundan fiyatın düşmesi anlamlarını da taşımaktadır.
Yine Prof. Dr. Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nde “kargın” kelimesi, eriyen karların
oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur, marangozlukta kullanılan bir çeşit rende, biçiminde
açıklandıktan sonra; karık, bağ- bahçe sulamak, su yolu, ark, bu arklar arasında kalan ve tohum ekmek
için kullanılan evlek, sabanla tarlada açılan çizi anlamlarında da geçmektedir.
ıı. Eşya adı olarak Kargın:
Eşya adı olarak üç ayrı anlama gelmektedir. Birincisi, marangozlukta kullanılan rendedir. İkincisi,
su değirmenlerinde üst taşının konulmasına yarayan bir çeşit çatal ağaç. Üçüncü olarak da karaya
veya mora boyanmış deri anlamında kullanılmaktadır. Çanakkale yöresinden yapılan bir
derlemede Tanıklarıyla Derleme Sözlüklerinde, Karkın, hayvanın sağrısından çıkan siyah ve işe
yaramaz deri diye adlandırılmaktadır. Şemsettin Sami bu anlamı Arapça ed-Dâriş kelimesinin
Türkçe karşılığını verirken şu şekilde açıklamaktadır:
“ed-Dariş: maruf siyah deriye denir. Türkî’de Karkın tabir olunur deri olacaktır ki, sağrının siyah ve işe
yaramaz olanıdır.”
Ayrıca diğer Türk lehçe ve ağızlarında Kargın kelimesinin anlamına baktığımız zaman özellikle
Kazakça sözlüklerde Karkın kelimesinin karşılığı olarak iki ayrı anlama yer verildiği görülmektedir.
Bunlardan birincisi “süratlilik çabukluk” ; ikincisi ise “güç kuvvet”. Bunların su ile bağlantısı
bulunmamakla birlikte eriyen kar sularının taşlar üzerinde gür ve hızlı akışı ile anlamca bir yakınlık
taşıdığı açıktır. (Yücel, Oraltay, Pınar 1984: Karkın mad.)
Kazakistan’da bir komisyon tarafından hazırlanan Kazak SSR Ğılım Akademiyası Til Bilimi İnstitü,
Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi isimli sözlüğün VI. Cildinin 94. sayfasında da şu bilgiler yer
almaktadır:
“Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak bulunan yağmur suyu,
sel.”
ııı. Kavram olarak Kargın:
Kargın kelimesi kavram olarak: Ağzına kadar dolmuş, tuğyan halinde anlamı vardır. Ayrıca doymuş,
tok, hesabını bilmeyecek kadar zengin anlamına geldiği gibi, tarlada mahsulün fazla büyüyerek yere
yatması durumuna da Kargın denilmektedir. Yine aynı sözlüklerde kavram olarak: malın çokluğundan
fiyatın düşmesi anlamına da gelmektedir. Yine üretimin veya malın çokluğu sebebiyle fiatının düşmesi
anlamına geldiğini görmekteyiz.
ıv. Şahıs adı olarak kargın:
Bizim asıl konumuzu teşkil eden Kargın kelimesinin bu anlamıdır. Elimizdeki bir çok belgede olduğu
gibi kaynakların tamamında da Dede Garkın, Kargın Dede ve Karkın Dede adlarıyla geçmektedir.
Gerek kaynaklarda, gerekse halk arasında yaklaşık 9. yüzyılda yaşadığı kabul edilen bir inanç önderi
olan Dede Numan Garkıni’ye işaret etmektedir. Elimizdeki belgelerde de inanç bakımından Garkın
Ocağı’nın bilinen en eski ismi olarak bu isim geçmektedir. Üzerinde geniş geniş duracağımız ve bütün
belgelerini yayınlayacağımız bu ocağın şeçere ve icazetnameleri ile gün ışığına çıkacak olan
Anadolu’da bir ocağın tarihi asıl konumuzu teşkil etmektedir.
v. Boy adı olarak Kargın:
Kargın, bir oymak adı olarak da bir çok eski belgede ve tahrir defterlerinde geçmektedir. Bu konudaki
en eski belge Mehmet Neşri Efendi’nin hazırladığı ve 2. Beyazit döneminde kaleme alınmış
olan Kitab-ı Cihannüma’da yer almaktadır. Kaynakların hiç birinde bu kaynağa atıf yapılmadığı
için bilgiyi buraya aynen alıyoruz:
“Etrak şöyle zu’m iderlerdi ki Hak sübhanehu ve Teala kelam-ı kadiminde zikr itdügi İskender-i zül-
karneyn meğer bu ola(Oğuz Kağan) dirlerdi ve Oğuz’un sülbünden altı oğlu oldu. Biri Günhan ve biri
Ayhan ve biri Yıldızhan ve biri Gökhan ve biri Dağhan ve biri Dingizhan ve bunların her birinin
sülbünden dörder oglı oldu. Evlad-ı Günhan:Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli. Evlad-ı Ayhan: Yazır, Düver,
Bodurga, Yabırlı. Evlad-ı Yıldızhan: Avşar, Kartık, Biğdili, Karkın. Evlad-ıGökhan: Bayındur, Beceneh,
Çavundur, Çepni. Evlad-ı Taghan: Salur, Aymur, Alayunklu, Üregir. Evlad-ı Dingizhan: İngdür, Üldür,
Yive, Kınık.(Unat-Köymen:1987, 11-13)
Oğuz Han’ın altı oğlundan ve Bozoklu kolunu teşkil eden Yıldız Han boyu olan Avşar, Kınık Beydili
gibi oymaklardan birinin adıdır. İleride yapacağımız atıflardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı
belgelerinde, tahrir defterlerinde bu oymaklarla beraber anılması ve bu oymakların Anadolu’daki
yerleştiği bölgelerde Karkın adını taşıyan köy, mezra veya belde düzeyinde yerleşim alanlarının adı
olarak da kullanılmaktadır.(Benakay, Yahya, Yaşayan Alevilik, s. 45.) Başbakanlık Arşiv Belgelerine
Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler isimli kitabında Cevdet Türkay, şu
bilgilere yer vermektedir:
“Dede Kargın, Dede Kargınlı(Dede Kargınlu), Dede Karkın Türkmânı(Türkmân-ı Yörükân Taifesi), Kars
Meras Sancağı, Hüseyin Âbâd, Sivas Sancağı”(Türkay 1979, 313)
Bu konuda yaptığımız bütün araştırmalarda Karkın kelimesiyle ilgili en geniş açıklamanın Türk
Ansiklopedisi’nde olduğunu görüyoruz. Karkın sözüyle ilgili kaynak sıkıntısı dolayısıyla Türk
Ansiklopedisi’ndeki Karkın maddesini araştırmacılara yardımcı olmak üzere buraya aynen alıyoruz:
“Karkın, Oğuz boylarından biri. Kaşkarlı Mahmut 22 Oğuz boyunun iki Kalaç (Halaç) boyu ile
birleşerek 24 Oğuzları meydana getirdiğini anlatıp, Kargın ve İparlı) boylarının adını anmadığından
sonraki oğuzlar kütüğünde tanıtılan bu iki boyun, 11. yy da Kalaç Türklerinden sayıldığı
anlaşılmaktadır. Bu boyun adı eski kaynaklarda Karkın’dan başka Garkın, Karkun, Kargun biçimlerinde
yazılır. Bu gün Anadolu’da Karkın (Afyon, Ankara, Antalya, Balıkesir, Çorum, Isparta Kastamonu,
Niğde, Sivas) ve Kargın(Çorum, Eskişehir, Konya, Manisa, Niğde,) adlı köyler, bu boyun adını muhafaza
etmişlerdir.
Dede Kargınlular, Maraş-Elbistan’daki Dulkadirlü ulusunun Göksun’da kışlayıp Binboğa dağında
yaylayan güçlü bir boyu idi. 13 yy. başlarında Dulkadirlü ulusu arasında yaşayan “Dede Garkın evladı,
II. Beyazıt çağında yazılan Hacı Bektaş Velayetnamesi’ne göre: Horasan’dan gelirken Hacı Bektaş
Veli’nin Kayseri yolunda görüp, el verdiği Dulkadirlü İbrahim Hacı adlı bir çobanı mürit edinerek
“Geyik derisinden bir börk” vermişken, bunu o çobanın oğullarından “Ünlü Dede Garkın’undur”
diyerek “niza ile” ellerine geçirmişlerdi. Bundan sonra bütün Dede Garkınlular, bu biçimde geyik
derisinden Bektaşi Börk’ü giyinerek “ocaklu boy” oluvermişlerdir.
Mardin’in Güney-Batısında, Kızıltepe (Koçhisar) yanındaki Dede Karkun adlı büyük köy resmî
Akkoyunlu tarihi “Kitab-ı Diyarbekriye’de 1425 olayları arasında Karkun Dede ve 1515 ve 1516
Osmanlı fethi sırasında Dede Karkın (Karkun) diye anılmaktadır. Bu gün Malatya’nın Kuzey-
Batı’sındaki Fethiye bucağının Dede Karkın Köyü, oradaki Kızılbaş Türkmen, Zaza ve Kurmançların
ocak saydığı bir Bektaşi tekkesinin bulunduğu yerdir. III. Murat çağında tutulan Maraş Yörükleri
defterinde, padişah hâsı sayılan Dulkadirlu ulusunun Eşkinciler taifesi denilen 24 oymaklı boyun bir
oymağı Cemaat-i Dede Karkın diye anılıyor. Diyarbakır-Bismil köylerindeki Alevi Türkmenlerin bağlı
bulunduğu Dede Karkun Ocağı Dedeleri, bu gün oradaki Büyük Kadı Kendi Köyünde otururlar. Maraş-
Pazarcık bölgesinde Halep Salnamelerinde geçen göçebe Dede Karkun’lular köyü o çevredeki Aşağı
Kılınçlu oymağının 6 tiresinden biri olup, dedeler de denilen Dede Karkınluların yeridir.” ( 1974, Karkın
Mad. )
Buradan da anlaşılacağı gibi, Karkın Anadolu’nun bir çok yerinde köy ve belde boyutundaki yerleşim
yerinin adıdır. Bu tanıma bağlı olarak da Korkun ve Korgun adını taşıyan Türk Ansiklopedisi’nde yer
almayan Hacı Bektaş, Çankırı, Denizli, Kütahya, Bursa, ve Balkanlardaki Türk yerleşim bölgelerinde
benzer köy yerleşim adlarına rastlıyoruz. Buradan iki anlam çıkmaktadır. Anadolu’ya yerleşim
sırasında adlandırma yapılırken bölgenin toprak, su, iklim ve coğrafi yapısına göre, adlandırıldığı gibi,
Türkmen oymaklarının adlarına göre de bölgelere değişik adların verildiği bilinmektedir. Büyük bir
ihtimalle bölgedeki dere ve akarsuların durumuna göre yapılan adlandırmalarda Karkın boyunun
adına izafeten aynı boy mensupları tarafından verilmiş olmalıdır. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu,
Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl arasındaki
tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan
99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını
belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin olduğunu söylemektedir. Mercil
ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak
olduğunu söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla karşılaştırıldığında aynı kola
bağlı oymakların birbirlerine yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1)
Elimizde Karkın Dede ve Dede Karkun ile ilgili 1499 yılına ait belgeler ve daha sonra yazılmış olan III.
Murat Dönemi’ne ait Maraş Yörükleri Defterlerinde Dede Karkın Ocağı mensuplarının yaşadığını kesin
kabul edebileceğimiz yerleşim yerlerinin bulunduğunu görüyoruz. Karkunluların iki kola ayrıldıkları
bunlardan bir kolunun Develi Karkun adını aldığını ve daha çok develerle kömür taşıyıcılığı yapan
yerleşik bir kol olduğunu belgelerden öğreniyoruz. İkinci kol ise, Bozgeyikli Karkınları olarak
adlandırılmış olup, kesin belgeleri bulunmamakla birlikte konar göçer olan bu Karkın kolunun, geyik
ve geyiklerle ilgili Anadolu’daki söylencelerle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Kendilerinin geyik
derisinden başlık taşımaları Velayetname’de anlatıldığına göre, bunun için İbrahim Hacıyla
tartışmaları ve ondan bu başlığı alarak kullanmaları iddiayı güçlendirmektedir. Yazımızın içinde uzun
bir çalışma sonucu kaynaklardan tarayarak hazırladığımız bir harita üzerinde Anadolu’da Karkın
oymağının dağılımını bulacaksınız.
Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki dağılımının, tarihinin ve işlevlerinin bilinebilmesi için, Tacü’l Arifin
Seyyid Ebul Vefa ile ilişkisinin gün ışığına çıkarılması gerekmektedir.
c. Tacü’l Arifin Seyyid Ebul Vefa ve Dede Karkın İlişkisi Üzerine Bazı Notlar:
Dede Karkın Ocağı’nın Anadolu’daki faaliyetleriyle ilgili bir kısım söylenceler yanında kuşku
götürmeyecek belgeler arasında Ebu’l-Vefa ve Dede Karkın bağlantısı gelmektedir. Karkın Boyu’nun
Horasan bağlantılarının kesinlik kazanmasından sonra Tacül Arifin Ebul Vefa’nın Dede karkın’la
bağlantısının olması Karkın Ocağı’nın yine dört kilişik bir bilim heyeti tarafından tescil edilmiş
olması kesin olmamakla birlikte EbulVefa’nın da Karkın Boyu ile soy bağlantısını ciddi olarak
düşündürmelidir. Fığlalı, Ebu’l-Vefa ile Dede Karkın’ın muhtemelen Harezm’den göç ettiklerini ve
Ahmet Yesevî Ocağı’na bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. (Fığlalı: 1996, 147)
Burada tartışılması gereken noktalardan biri kaynakların hemen tümünde Anadolu’da bir Vefaî
tarikatından adeta kesin bilgi olarak söz edilmesidir. Oysa, Ebu’l-Vefa isimli bir düşünürün Bağdat ve
Kuzey Irak civarlarında yaşadığına dair bilgiler bulunmakla birlikte Harezm’den göçen Ebu’l- Vefa
adına, Vefailik adıyla bir tarikat kurulduğuna dair bir bilgiden söz edilmemektedir. Fığlalı’nın belirttiği
gibi, Baba İlyas’ın Seyyid Ebul Vefa’nın halifesi olması yaşadıkları dönem itibariyle de imkansızdır.
Aşıkpaşazade tarihinde verilen bilgi ise, adeta bir “galat-ı meşhur” haline gelerek bir çok kaynakta yer
almaktadır. Ebu’l Vefa’nın hocası kabul edilen, Ahmet Yaşar Ocak’ın “Şunbekî”, Esad Coşan’ın “eş-
Şenbaki”, Fığlalı’nın “eş-Şanbaki”, Dede Karkın belgelerinde “eş Şenbekî” olarak geçen kişinin
Lugatname-i Dehhüda isimli eserde “Hadis alimi Osman b. Ahmedî Dineveri’nin dedesi ve Abudullah
b. Ahmedi Nihavendi’nin” soyundan gelen hadis alimlerindense Kirmanşah bölgesindeki Dinever
şehrinde yaşadıklarına dair kayıt bulunmaktadır. Ancak tasavvuftan çok hadis ilmiyle uğraşmalarından
dolayı burada adı geçen Şenbeki ile Ebu’l Vefa arasında bir bağlantının bulunması güç görünmektedir.
(Lugatname-i Dehhüda: 1373, 12795)
İslam kaynaklarında Vefai tarikatı, Mısır’da yaygınlaşmış ve Anadolu coğrafyasıyla doğrudan ilgisi
olmayan bir tarikat olarak yer almaktadır. Vefailiğin ilkeleri ve ritüelleri konusunda da elimizde ciddi
bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak:
“İşte Baba İlyas-ı Horasani genellikle XV. Yüzyılda yaşamış Ebu’l Vefa Harezmi ile karıştırılan bu Ebu’l
Vefa Bağdadi’nin kurduğu Vefaiyye veya Vefailik tarikatına mensup idi. Her ne kadar kaynaklar XIII.
Yüzyılda Anadolu’da Vefailik diye bir tarikatın varlığından söz etmezlerse de...” (Ocak,1996:104)
Description:oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur, marangozlukta kullanılan bir çeşit .. Erenler nazarı kimyadür kara toprağa nazar itse altun olur Sandıklı: Karkın Köyü. AĞRI. Merkez Karkın Köyü. ANKARA. Merkez Karkın Kaleiçi Bizim geleneğimizde eşik kutsaldır ve eşiğe b